Böyle olmamalıydı karşılaşmamız.
Gülümsemeye çalışan solgun gözlerinde bir ışıltı aradım. Hep
hayalini kurardım o ışıltının. Karşıma geçecek; biraz çocuk, daha çok kadın
kadın ışıldayacaktı gözleri. Sesi, ne güzel
günlerimizdeki gibi canlıydı ne de kırgınlığındaki çekingen çocuğa benziyordu.
Fotoğraflarındaki muzip çocuğu aradım durdum. O kendine has
kullandığı beresi yoktu belki başında, yüzündeki ifade de muziplikten oldukça
uzaklardaydı ama, hastanedeki odasında bir şey aradım, ona ait, onu anlatan.
Zihnimdeki kadını canlandırabileceğim tek bir şey. Bulamadım.
Öyle yabancıydı ki her şey bana, ne işim var burada benim
diye düşündüm. Kaçmak istedim binanın yıllardır içinde biriktirip artık kusmuş
olduğu her köşesinden belli olan ilaç ve hasta kokusundan. Kaçmak evet...
Öncesini bilmesem de zayıflamış olduğundan emin olduğum zayıf elleriyle öyle
tutuyordu ki ellerimi, bırakmam imkansızdı. Aslında istemiyordum da.
Biliyordum, çok daha önce tutmalıydım ellerini. Gözleri ışıldarken henüz...
Yine de beni gördüğüne mutluydu. Bu haliyle görmemi
istemezdi şartlar farklı olsaydı. Ruhunun en cici, en tatlı, en dişi taraflarını
harmanlardı, biliyorum. Utanç da vardı bu yüzden yüzünde, okuyabiliyordum.
Utanılacak bir şey yoktu ama. Bu yüzden “O gelsin.” Demişti annesine, sanki
sonsuz huzura açılan o kapıdan başka türlü geçemeyecekti.
Görev, vicdan, sorumluluk, acıma ya da başka bir şey değildi
onca yolu gelmemin sebebi. Sevgiydi. Şimdi düşünüyorum da sevgiden öte hiçbir şey
olamazdı.
Elde olmadan düşünüyor insan. Keşkeler ile boğuşuyor böyle
zamanlarda. Geçmişe dönüp bakma, dik dur hayatta diye söyleyip ahkam kesen ben
diyorum bunu. Keşke, diyorum. Gerçekten elimde değil miydi her şeyi geride
bırakmak diye soruyorum kendime. Evet, sorguluyorum.
Kokusunu duymak istedim. Hep merak ettiğim, hayallerimde
defalarca ve farklı farklı hissettiğim kokusunu. Yatağının yanında, elleri
ellerimdeyken, uzanıp boynundan koklamak istedim onu. Korktum. Öyle çok korktum
ki, aniden kalkıp yanından, odanın perdesiz, soğuk metal doğrama penceresinin
önüne geçip, -manzaran da pek güzelmiş- diyebildim. Değildi. Soğuk olduğu kadar
kasvetli, kış aylarının insanın ruhunu yoran pis ve kasvetli havası ve buz gibi
betonarme binalar görünüyordu. Hastanenin gri beyaz duvarlarına vuran,
gözlerimi daha ilk dakikadan yoran ve kendine ait bir tempoda uğuldayıp duran
floresan ışık, pencerenin dışındaki manzarayı daha da karamsarlaştırıyordu.
Gülümsemeye çalışıyordum gülümsetebilmek için. –Yüzümdeki çizgilerin sebebi
olacaksın- demişti bana bir keresinde. Haklı mıydı? O günlerde gülmekten
oluşacağını söylediği o çizgiler, şimdi neden duruyorlardı gencecik yüzünde.
Benim yüzümden miydi gerçekten. Biraz daha gülümsetemez miydim onu diye
düşündüm, yapamaz mıydım? Sorularımın ardı arkası kesilmiyordu. O’ysa hiç
konuşmadan izliyordu beni. Solgun yüzünü, gözlerini, pencereye çevirmiş
gözlerimden ayırmıyordu. Bir şey söylememi de istemiyordu, susmamı da. Sadece
izliyordu. O’nun için geldiğimi görmek istemişti. Yorulmuştu konuşamamaktan,
anlatamamaktan, belliydi. Öyle çok ve güzel konuşurdu ki. Tatlı tatlı söyler
dururdu. Sesini duyurmak isterdi bana aklına gelen her şekilde. Keşke diyorum
yine sessiz çığlıklarla.
Teşekkür ederim, dedi cılız sesiyle. Ben şehir hakkında anlamsızca
konuşup dururken. Kelimeler boğazıma dolanmıştı, yutkunamadım bile, cevap da
veremedim. Ne diyecektim ki? Sustum. Yanına gittim, eğilip sarıldım canını
yakmaktan korkarak. Koklayarak öptüm, içime çektim. Elleri saçlarımda
geziniyordu. Hafifçe kaldırdı başımı omuzlarından, gözlerimin içine baktı.
Sevgilisini arıyordu gözleri kızarmış gözlerimin içinde. Güçlükle doğruldu beni
bırakmadan ve dudaklarını hissettim dudaklarımda. Teşekkür ederim, dedi tekrar.
Kalakaldım yeniden, zorla, biraz da korkarak, özür dilerim, diyebildim ancak.
Gülümsedi bana. Özür dilenecek bir şey yok, hayat böyle, dedi. Farklı
hayatlarda ortak duygularımız olsun istedik ve bir süre için bile olsa
yakaladık bunu, mutlu ol ve sakın üzülme, dedi. Ellerinin arasında küçülüyordum
o konuştukça. Bu kez izin vermeliydim, konuşmalıydı. Vicdanımı rahat ettirmek
istiyordu o halde bile.
İlk karşılaşmamızda beni yatağa atabileceğini söylemiştim
sana, dedi. Güldürmeye çalışıyordu beni. Zaten hep güldürmeye çalışırdı, asık
suratlı adamın teki olduğum için. Bilmiyordu ki, yalnızca onunla konuştuğumda
gülümserdim ben, hem de kıkırdayarak. Ben bile şaşardım o hallerime. Ağır
abi’lerden değildim ama, kıkırdayarak güldüğümü de hatırlamazdım hiç.
Gençliğinden mi, zekasından mı bilmem, hep güldürdü beni, hep. Yine başarmıştı.
Düşünme bunları, diyebildim. Uzun zamandır bunları düşünüyorum, diye cevap
verdi bana. Artık senden haberim olmadığı zamanlarda bile vazgeçmedim bundan
çünkü, mutlu ediyor beni, seni düşünmek. Onca yıllık yaşam, deneyimler,
sohbetler, nutuklar... Hepsi anlamsızdı. Söyleyecek tek bir kelime
bulamıyordum. Çabaladıkça, sessizliğimin girdabında daha da derinlere
batıyordum. Yüzümdeki bu acıyı da saklayamıyordum. Acı çekiyordum. Pişmanlıktan
öte garip tarif edilmez bir şeydi bu.
Nasıl bu kadar acımasız bir adam olup çıktığımı anlamaya
çalışıyorum. Bu hissettiklerim beni yaşatmaz diye düşünürken daha çok nefret
ediyorum kendimden. Ne kadar basit, acımasız... erkek olduğumu anlamaya
çalışıyorum O, öylece çaresiz yatarken, nasıl uzaklaştığımı hatırlamaya
çalışıyordum karşımdaki, yakın bir zamana kadar her kıvrımından hayat akan bu
kızdan.
Benim kadınım olmak istemişti. Olacaktı da ama, ben onun
erkeği olamadım. Yapamadım. Koşturdum durdum deliler gibi sağa sola, ona buna
ama olamadım. Çok istediğimi hatırlıyorum. Daha çok istenmek miydi beni
uzaklaştıran?