23.8.12

bitmemiş bir eski zaman hikayesi


Böyle olmamalıydı karşılaşmamız.
Gülümsemeye çalışan solgun gözlerinde bir ışıltı aradım. Hep hayalini kurardım o ışıltının. Karşıma geçecek; biraz çocuk, daha çok kadın kadın ışıldayacaktı gözleri. Sesi, ne güzel günlerimizdeki gibi canlıydı ne de kırgınlığındaki çekingen çocuğa benziyordu.
Fotoğraflarındaki muzip çocuğu aradım durdum. O kendine has kullandığı beresi yoktu belki başında, yüzündeki ifade de muziplikten oldukça uzaklardaydı ama, hastanedeki odasında bir şey aradım, ona ait, onu anlatan. Zihnimdeki kadını canlandırabileceğim tek bir şey. Bulamadım.
Öyle yabancıydı ki her şey bana, ne işim var burada benim diye düşündüm. Kaçmak istedim binanın yıllardır içinde biriktirip artık kusmuş olduğu her köşesinden belli olan ilaç ve hasta kokusundan. Kaçmak evet... Öncesini bilmesem de zayıflamış olduğundan emin olduğum zayıf elleriyle öyle tutuyordu ki ellerimi, bırakmam imkansızdı. Aslında istemiyordum da. Biliyordum, çok daha önce tutmalıydım ellerini. Gözleri ışıldarken henüz...
Yine de beni gördüğüne mutluydu. Bu haliyle görmemi istemezdi şartlar farklı olsaydı. Ruhunun en cici, en tatlı, en dişi taraflarını harmanlardı, biliyorum. Utanç da vardı bu yüzden yüzünde, okuyabiliyordum. Utanılacak bir şey yoktu ama. Bu yüzden “O gelsin.” Demişti annesine, sanki sonsuz huzura açılan o kapıdan başka türlü geçemeyecekti.
Görev, vicdan, sorumluluk, acıma ya da başka bir şey değildi onca yolu gelmemin sebebi. Sevgiydi. Şimdi düşünüyorum da sevgiden öte hiçbir şey olamazdı.
Elde olmadan düşünüyor insan. Keşkeler ile boğuşuyor böyle zamanlarda. Geçmişe dönüp bakma, dik dur hayatta diye söyleyip ahkam kesen ben diyorum bunu. Keşke, diyorum. Gerçekten elimde değil miydi her şeyi geride bırakmak diye soruyorum kendime. Evet, sorguluyorum.
Kokusunu duymak istedim. Hep merak ettiğim, hayallerimde defalarca ve farklı farklı hissettiğim kokusunu. Yatağının yanında, elleri ellerimdeyken, uzanıp boynundan koklamak istedim onu. Korktum. Öyle çok korktum ki, aniden kalkıp yanından, odanın perdesiz, soğuk metal doğrama penceresinin önüne geçip, -manzaran da pek güzelmiş- diyebildim. Değildi. Soğuk olduğu kadar kasvetli, kış aylarının insanın ruhunu yoran pis ve kasvetli havası ve buz gibi betonarme binalar görünüyordu. Hastanenin gri beyaz duvarlarına vuran, gözlerimi daha ilk dakikadan yoran ve kendine ait bir tempoda uğuldayıp duran floresan ışık, pencerenin dışındaki manzarayı daha da karamsarlaştırıyordu. Gülümsemeye çalışıyordum gülümsetebilmek için. –Yüzümdeki çizgilerin sebebi olacaksın- demişti bana bir keresinde. Haklı mıydı? O günlerde gülmekten oluşacağını söylediği o çizgiler, şimdi neden duruyorlardı gencecik yüzünde. Benim yüzümden miydi gerçekten. Biraz daha gülümsetemez miydim onu diye düşündüm, yapamaz mıydım? Sorularımın ardı arkası kesilmiyordu. O’ysa hiç konuşmadan izliyordu beni. Solgun yüzünü, gözlerini, pencereye çevirmiş gözlerimden ayırmıyordu. Bir şey söylememi de istemiyordu, susmamı da. Sadece izliyordu. O’nun için geldiğimi görmek istemişti. Yorulmuştu konuşamamaktan, anlatamamaktan, belliydi. Öyle çok ve güzel konuşurdu ki. Tatlı tatlı söyler dururdu. Sesini duyurmak isterdi bana aklına gelen her şekilde. Keşke diyorum yine sessiz çığlıklarla.
Teşekkür ederim, dedi cılız sesiyle. Ben şehir hakkında anlamsızca konuşup dururken. Kelimeler boğazıma dolanmıştı, yutkunamadım bile, cevap da veremedim. Ne diyecektim ki? Sustum. Yanına gittim, eğilip sarıldım canını yakmaktan korkarak. Koklayarak öptüm, içime çektim. Elleri saçlarımda geziniyordu. Hafifçe kaldırdı başımı omuzlarından, gözlerimin içine baktı. Sevgilisini arıyordu gözleri kızarmış gözlerimin içinde. Güçlükle doğruldu beni bırakmadan ve dudaklarını hissettim dudaklarımda. Teşekkür ederim, dedi tekrar. Kalakaldım yeniden, zorla, biraz da korkarak, özür dilerim, diyebildim ancak. Gülümsedi bana. Özür dilenecek bir şey yok, hayat böyle, dedi. Farklı hayatlarda ortak duygularımız olsun istedik ve bir süre için bile olsa yakaladık bunu, mutlu ol ve sakın üzülme, dedi. Ellerinin arasında küçülüyordum o konuştukça. Bu kez izin vermeliydim, konuşmalıydı. Vicdanımı rahat ettirmek istiyordu o halde bile.
İlk karşılaşmamızda beni yatağa atabileceğini söylemiştim sana, dedi. Güldürmeye çalışıyordu beni. Zaten hep güldürmeye çalışırdı, asık suratlı adamın teki olduğum için. Bilmiyordu ki, yalnızca onunla konuştuğumda gülümserdim ben, hem de kıkırdayarak. Ben bile şaşardım o hallerime. Ağır abi’lerden değildim ama, kıkırdayarak güldüğümü de hatırlamazdım hiç. Gençliğinden mi, zekasından mı bilmem, hep güldürdü beni, hep. Yine başarmıştı. Düşünme bunları, diyebildim. Uzun zamandır bunları düşünüyorum, diye cevap verdi bana. Artık senden haberim olmadığı zamanlarda bile vazgeçmedim bundan çünkü, mutlu ediyor beni, seni düşünmek. Onca yıllık yaşam, deneyimler, sohbetler, nutuklar... Hepsi anlamsızdı. Söyleyecek tek bir kelime bulamıyordum. Çabaladıkça, sessizliğimin girdabında daha da derinlere batıyordum. Yüzümdeki bu acıyı da saklayamıyordum. Acı çekiyordum. Pişmanlıktan öte garip tarif edilmez bir şeydi bu.
Nasıl bu kadar acımasız bir adam olup çıktığımı anlamaya çalışıyorum. Bu hissettiklerim beni yaşatmaz diye düşünürken daha çok nefret ediyorum kendimden. Ne kadar basit, acımasız... erkek olduğumu anlamaya çalışıyorum O, öylece çaresiz yatarken, nasıl uzaklaştığımı hatırlamaya çalışıyordum karşımdaki, yakın bir zamana kadar her kıvrımından hayat akan bu kızdan.
Benim kadınım olmak istemişti. Olacaktı da ama, ben onun erkeği olamadım. Yapamadım. Koşturdum durdum deliler gibi sağa sola, ona buna ama olamadım. Çok istediğimi hatırlıyorum. Daha çok istenmek miydi beni uzaklaştıran?