24.9.10

Sur

Islak ve ıssız bir gecenin sonuna yakın alacakaranlığa beş kala saatlerde, takırdayan yüksek ökçelerin sesleri geliyor bir yerlerden. Daha ıssız ve dar bir sokağa yöneliyorum daha uzağa kaçmak istercesine. Ellerim ceplerimde, içimde bir ürperti, ökçelerin sesleri iyice uzaklaştı. Kendi seslerimle başbaşayım; ne gürültü ama. Sokak, döndükçe, üzerime geliyor. Soğuk ferahlatsa da can sıkıcı olmaya başlıyor. Ha gayret diyerek devam ediyorum yoluma. Birkaç travesti çıkıyor karşıma ama ne onlar beni görecek haldeler ne de ben onlardan korkacak kadar uzun bakıyorum yüzlerindeki çizgilere. Sessizliğin içinden tanıdık bir melodi çalınıyor kulaklarıma. 'Sur' bu diyorum yaklaştıkça. Yıllar var duyurmuyorum bu notaları, bir o kadar aşina hâlbuki. Nereden geldiğini anlamaya çalışarak kulak kabartıyor, gözlerimi pencerelere çeviriyorum. Titrek bir ışık çarpıyor gözüme izbe bir binanın 4. katında. Yüksek ve geniş apartman kapısı davet edercesine içeri, aralanmış bana bakıyor. Bir süre bakakalıp, hiçliğin ortasında olabilecek tüm 'hiç'leri umursamıyorum ve O'nun dünyasına ilk adımımı atıyorum. İçeri girer gitmez kapının aralığından sızan başkaları olduğunu da görüyorum. İkisi birbirine adeta sarılmış uyuyan en az beş altı kedi, kendilerini rahatsız ettiğimden olacak kısık gözlerini aralayıp bakıyorlar. Tehlike var mı diye biraz bekledikten sonra uykunun ağırlığıyla yoğrulmaya devam edip ilgilenmiyorlar benimle. Audrey Hepburn filmlerinde gördüğüm telden iki kapısı olan eski asansörlerden var ama cesaret edemiyorum kullanmaya ve sessizliği bozmaya. Merdivenlere yönelmeden aradığım ışık sonuçsuz kalınca, çakmağımı kullanarak devam ediyorum üst katlara doğru. Bir yandan dinleyen kişiyi hayal ederken anlamsızca, bir yandan geçmiş canlanıyor gözümde. Rutubet kokusu her yeri sarmış boşlukta ilerlerken kesif bir sidik kokusu burnumu yakmaya başlıyor. Çıt çıkmıyor kendini tekrarlayıp duran 'Sur' dışında. Çakmağım elimi yakmaya başladı ve yoruldum ama ısrarlıyım. Neden ve neye bu ısrar bilmiyorum. Gidip kapıyı çalsam gecenin ya da sabahın bu saatinde muhtemelen ya korkup kapıyı açmayacaklar ya da polis çağıracaklar diyorum. Dördüncü kata çıkınca önce birkaç saniye soluklanıyorum kapının önünde. Astor'un sesi hala aynı derinlikte ve arzuyla çınlıyor kulaklarımda. Biraz ısınmak istiyorum, ceplerimi yokluyorum. Konyak şişesinin dibinde kalan son yudumu içiyorum ama yeterli olmayacağı besbelli. Mantomu üzerime iyice sarıp kapının yanındaki merdivenlere oturup bir sigara yakıyorum karanlığın ortasında. Her nefes çekişimle çıtırdayarak körüklenen ateş belli belirsiz bir aydınlık yaratıp kayboluyor yeniden. Ciddi ayaz var ilk kar düştü düşecek. Duvara yaslanıp müziğe veriyorum kendimi. Bir sigara daha yakarken bir tıkırtıyla irkiliyorum. Hafif bir ışık yüzünü gösteriyor ve kapı aralanıyor. Karanlıktan kısılmış gözlerim aydınlığın içindeki, yüzü seçemiyor. Birkaç saniye bana bakıp içeri giriyor yeniden ama kapıyı kapatmadan. Hafif bir korku dalgasıyla biraz daha üşüyorum, içeriye girmeli miyim diye düşünürken. Çekinerek ayağa kalkıp kapı aralığından içeriyi ve içerdekileri görmek istiyorum. Vazgeçip çıkıp gitmek istiyorum ama öyle buğulu ki her şey kararsızlığımla öylece kalakalıyorum sesini duyana kadar.
- Üşümüşsün haydi gel bir şeyler içersin.
Sesinden anlayamıyorum kadın mı erkek mi içerideki ve ne kadar tehlikeli... İçeriye girip kapının önünde öylece dikiliyorum. Ne işim var benim burada?
- Kapat kapıyı çocuk çok soğuk, diyor. Sarı siyah ışıklarla aydınlanmış uzun ve geniş bir koridorda ilerliyorum hala biraz çekinerek. Duvarda ışıkla aynı renk eski fotoğraflar, birkaç küçük tablo, sararmış eski bir duvar kâğıdı üzerinde asılı duruyor; asırlardır buradayız biz dercesine. İlerliyorum oturma odasına doğru. Sırtı bana dönük oturuyor koltuğunda, dışarıya bakıyor sigarasının dumanı aralandıkça. Odada iki berjer koltuk, eski bir camlı büfe ve odanın diğer ucunda pirinç başlıklı bir yatak, tek kişilik, dağınık. Koltuklardan birinin üzeri her halinden yıllardır orada durduğu belli bir örtü serili. Beyazmış herhalde diyorum, kaç senedir orada acaba? Meraklı ve acılı bakışlarla dikilip kalıyorum kapının eşiğinde. Neredeyim be, niye geldim ki buralara aptal bir şarkı uğruna?
- Otur şuraya, kanyak var içer misin?
Oturuyorum tozlu örtünün bir kenarına ilişerek. Bir iki hamleyle kalktığı koltuğundan uzanarak büfeden aldığı kesme kristal puslu bir bardağı alıp koyuyor koltukların arasında duran mermer sehpaya. Kırılacak sanıyorum sesin şiddetinden. Koltuğunun yanında yerde duran şişesinden dolduruyor bardağımı. Uzatıyor titreyen elleriyle. Bir kadının elleri bunlar.
- İç. Diyor boğazının derinlerinden gelen tarazlı sesiyle.
Yüzümdeki çizgilerle teşekkür etmeye çalışıyorum belli belirsiz. Konuşamıyorum. Sanki düğümlendi kaldı tüm kelimeler boğazımda, gelemiyorlar dilimin ucuna kadar. İki elimle kavrayıp bardağı üşümekten titremiş dudaklarıma değdiriyorum. Bir an evvel içip, kalkıp gitmeli buradan. Ne yapıyorum burada… İki yudumda bitirip konyağımı kalkıyorum kaçar adımlarla iniyorum karanlık merdivenlerden aşağıya. Duvara dayadığım omzumu ellerimi bile düşünemiyorum. Apartmandan çıkıp sokağın köşesini dönene kadar arkama bakamıyorum. Neden korktum ki böyle. İhtiyar bir kadın ne yapabilir ki bana? En azından teşekkür edemez miydim daveti, ikramı için. Çok kızıyorum kendime ama geri dönüp söyleyecek de değilim bunları. Koşarak sokağı dönene kadar aklımda kadının elleri ve duvarda asılı fotoğrafları yanıp sönüyor. Burnumda hala o kesif koku, sanki apartmandan çıkıp tüm sokağa yayılmış. Kurtulamıyorum aklımdaki fotoğraflardan. Yavaşlayıp duruyorum, soluklanmam gerek. Ben de genç değilim ki artık. Yarım asırlık olalı seneler geçmiş. Kaldırımda oturmuş kendimi dinlerken anlıyorum, kalkıp gidebilirim artık. Bir sigara daha yakıyorum ateşi bu soğukta beni ısıtabilirmiş gibi çekiyorum içime. Sahile doğru inen yokuşta karşımdan doğan güneş karşılıyor beni. İlk vapura yanaşıyor iskeleye…