29.8.24

Aslında Kutu Yok

Çok sevenim var mıdır bilmem ama sevdiğine emin olduğum can arkadaşlarımdan pek çoğundan çok güzel sevdiğimi duymuşumdur. İnsan kendiyle bu şekilde övünmez, amacım övünmek de değil zaten. Bence ben düz seviyorum, dışarıdan nasıl görünüyor bilmediğim gibi umursamıyor ve başka türlüsünü de bilmiyorum ki. 

Hani rüyaların çok canlıdır, istediğin gibi şeklini ya da gidişatını değiştirirsin veyahut uyanıp istediğin yerden devamını görürsün ve en önemlisi bunu sen yapabildiğine göre herkes yapabilir zannedersin ya. Yoook artık! Bunu biraz olsun başarabilmek için birikimlerini ve yıllarını gurulara, yogilere, seanslara, ritüellere adamış öyle çok insan tanıyorum ki, anlatamam sevgili okur. İşte başka türlü sevmek ne demek, ben de tam olarak böyle bir sebeple bilmiyorum. Bana göre sevmek sevmektir işte. 

Dedim ya bir başka severim ben, gerçekten de en güzel huyumdur, çünkü kendim için yapıyorum bunu. Ben severken mutlu olduğum için seviyorum yani. Sevmeyi seviyorum. Kalbimin sesini en çok da böyle zamanlarda seviyorum. Çoğu kez bu sevginin muhatabıyla ilgisi olmuyor. Elbette o, tam da öyle biri olduğu için seviliyor ama aslında ben sevdiğimi değiştirmeyi asla düşünmediğim için sevildiğini bilemiyor. Bilmesi de gerekmiyor zaten, artık böyle en azından. 

Gençken birini seviyorsam mesela, söylememeyi riyakarlık, yalancılık, dolandırıcılık ve iki yüzlülük sayar gider anlatırdım kalbimden geçenleri dilediğim gibi. Artık, sevmenin sevenle bağının daha güçlü olduğunu bildiğimden mi vaktiyle kalbimi çok kırdığımdan mı bilmem, susup izlemeyi, tadını çıkarmayı tercih ediyorum. Nasılsa kimse kimseyi ve hiç bir şeyi çaba gösterdiği için, gidiş yolundan sevmiyor ve bunu bilmemek için çok naif olmak gerekiyor böyle bir dünyada. Ha bir gün gelir, o birileri gelip çaba gösterir, o zaman başka şeyler de yazışırız okurcuğum. 

Ez cümle, sevin, şansınız varsa sevilin de; olmuyor mu, hala atabilen kalbinize ve yerini hatırlatan tüm sevgi ve sevgililere teşekkürü borç bilin. Çok da zorlamayın, gülün eğlenin. Var Mısın Yok Musun? Kutumuza mı gideceğiz, yoksa Hamdi Bey'den teklif mi alalım diye çok da düşünmeden, zamanı gelince de bir eyvallah diyerek o hassas kalbinize sahip çıkın. 

Hayat gülebilmek için çok da uzun değil, hiç bir fırsatı kaçırmayın. Haydi bakalım. 


Eyvallah!

27.8.24

Parçalarım

Hayır canım, saldırı mahiyetinde değil! Onlar benim kendi has öz parçalarım. Her biri başka yerlere dağılan, gömülen, kimisi benden koparılıp götürülen ve geri getirmeye tenezzül bile edilmeyen... ama hepsi benim, bana ait. 

Şimdi baktığınızda dimdik ayaktayım, öyleyim de gerçekten, çok şükür ama her günü de bir bilmemek gerek. Saçlar, kıyafetler, yeri gelince savaş boyaları, en topuklu ayakkabılar... Estire estire de gezerim assolistler gibi. Çok da severim hakim bir tepeden, yükseklerden hava durumu takip etmeyi. Serin serin! Peki aslım, gerçeğim bu mu diyecek olursanız, kimin öyle ki? Yani umarım kimsenin en doğal! hali böyle değildir en azından. Ev hali diye bir şey var mesela, dizi çıkmış pijamalar, üstünden kaçan tişörtler, elbette pek sevgili sütyensizlik ve paçaların içine sokulduğu çoraplar ve olmazsa olmaz tepede bir topuz! yani saçı olanlarımız için geçerli bir opsiyon tabi bu. Öyle TV dizilerindeki gibi yürümüyor işler. Makyajla uyanmıyorum mesela, saçlarım elektrik çarpmış gibi oluyor, ağzım yüzüm yamuluyor, yastıklarla hemhâl oluyorum. 

İşte özellikle de akşamları işten eve gelip de bu şekle şemâle girdikten ve biraz aile saadeti tattıktan sonra kendi köşeme çekildiğimde, arada bir de olsa ben de düşünüyorum, şöyle bir bakıyorum nerelerde ne parçalar bırakmışım diye. Kimi çocukluğumu en güzel biçimde yaşadığım Moda'da, kimi henüz bir kasabayken Marmaris'in sazlıklarında, kimi bir günlüğün gizlice okunmuş sayfalarında, kimi Büyükada'da ahşap bir evinin dalgalı kıyılarında, kimi Beşiktaş'ta bir öğrenci evinde ya da bir apartmanın en üst katının geniş terasında, kimi şehirlerarası bir yolda, kimisi ise bir ıhlamur ya da kiraz ağacının dibinde... Bazıları ise yeniden benimle, yapıştırıldıkları yerde öylece duruyorlar. Artık üzerimde taşıyamadıklarımın yerlerini ise ruhum biliyor, hatta hissediyor hala.. 

Her bir kırılıp da dökülen parça için sil baştan başladım bu hayata. Her defasında daha yorgun hissettim önceleri ama sonra daha dingin, daha olgun ama daha suskun ve mutlaka daha güçlü olarak geri dönmeyi de bildim. Hiç mütevazı olamayacağım bu hususta.

Siz beni gülerken, güldürürken, yerli yersiz şakalar yaparken, sataşmalara doyamazken görürsünüz genellikle. Ya ne olacaktı? Her birinin ardından kahrolup yerin dibine mi girecektim? Gülmek yapıştırır! Hem öyle güzel yapıştırır ki, kahkaha atarken, eğer bakmak istemiyorsanız sizi güldürenlerin ek yerlerini göremezsiniz. Gerek de yok zaten. Öyle ulu orta gösterilmez yaralar. Defalarca söyledim bak, dik tutacaksın kuyruğu. 

Hoş böyle olunca da gamsız, tasasız, vurdumduymaz, goygoycu sayılıyorsun; gerçekten bir derdin olduğunda yüzüne bakıp ciddiye alan da pek bulunmuyor, ama olsun. Biz kediler kendi yaralarımızı kendimiz yalar iyileştiririz. Aptal değiliz, sadece görmek istemediğimiz yere bakmıyoruz!

Altını çizmek isterim ki bu bir melankoli yazısı değildir! Geçmişe o tarz bir özlem içinde değilim. Yaşadığım her şeye ve vesile olan herkese minnet duymasam da, anlıyorum artık. Hep anladığımı söylerdim ama artık durum farklı. Verdiğim her kararda, cevapta, yanıtın nereden geldiğini de görebiliyorum. Adeta lisede bir deneme sınavına girmişim de, artık cevap anahtarı ve hatta çözüm yolları elime verilmiş gibi ki; bak lise yıllarımı neredeyse hiiiiç hatırlamıyorum. 

Evet canımın içi okur, ben de unutuyorum aslında bazı şeyleri, hatta bazı yılları ve çoğunlukla da acıları. Canımı sıkmış olsun yeter, nasıl unutulduğunu kendisi bile anlamaz o anıların. Mutlu eden, huzur veren, içimi titreten her bir an ise hafızama nakşediliyor itinayla. Sherlock'un hafıza sarayını hatırlasın bilenler. Evet, belki her oda dolu ama hangisine girilebileceği, hangisini en alt katlara kilitleyebileceğim gücü ise yalnızca benim ellerimde. 

Anahtarlar paspasın altında da değil, hiç arama boş yere. 

20.8.24

Premsesin Uykusu

Hastasıyım sosyal medyada hayatını sabah huzurla, mutlulukla ve illa ki güneş tepedeyken ve elbette fönü bozulmadan, göz makyajı pandaya dönmemiş uyanıp kaydedip -kamerayı kim kac saat tuttu da çekti o prensesi belli değil-, öğlen çok sağlıklı bir bowl ve smootie -hayır bir kase salata ve soğuk sebze suyu demiyoruz ona- ve kız kankaları ile pozlar kesip, akşam da ille bir event'e davetli olmak zorunda olup, bir giydiğini bir daha giymeyen, evinin bir köşesini sadece bunlara ayırmak için günde on beş kez farklı dekore edenlerin. 
Ben de işte tepede topladığım ve dağılan topuzum, yaz diye giydiğim transparandan hallice ve sağımı solumu uyurken yatakta çizdiğim 38587 sebebiyle ortaya saçan bir tshirtümle ve ıslak yastığıma ve sözde üstümü örtsün diye serdiğim pikeyi kucaklamış uyanıyorum. 

Diyeceklerim bitmez bilirsin ama şimdilik bu kadar. Bu sabah kesin o pike ağzımda uyanacağım. Prensesin laneti!

19.8.24

Cloud Number 9

Eminim senin de hayatında senin iyiliğini senden daha çok düşünen birileri olmuştur. Bu kişi bazen ailenden, bazen de sosyal çevrenden olmuştur ama illa ki olmuştur değil mi? İçinden de şöyle geçer; tabi ben aptalım, düşünemedim değil mi?? diye. Aklın, mantığın sana yetiyor hatta artıyor ve dağıtıyorsundur çünkü. Ben de böyle düşünüyorum genellikle. Özellikle de birisi benim iyiliğimi düşünerek istediğim bir şeyden vazgeçirmeye çalıştığı zaman. Kızıyorum da hatta karşımdakine söylemesem de. Sonra... Tek başıma kaldığım ve kimseye itiraf etmek istemediğim saatlerde ise kabulleniyorum onun haklılığını, tabi ki yine de kuyruğu dik gösteriyorum, bunu biliyorsun artık zaten. 

Bıraksa da düşsem diyorum, o kadar güzel ki bu fikir. Bir buluttan arkanı dönüp kendini öylece aşağıya bırakmak ve bir sonraki bulutun yumuşak kucağına varana kadar havada süzülmek. Kapat gözlerini şimdi bir düşün, muhteşem değil mi? Ben de biliyorum bir noktada düşmek için kollarımı açtığım son bulut olacak. Sonrasında kendimi bıraktığımda yere çakılacağım, bunun bir uçurumdan atlamaktan hiç bir farkı olmayacak. 

Önünde sonunda varacağımı bildiğim bu son sebebiyle, o çok sevdiğim düşüşlerden dahası uçuşlardan vazgeçmek zorunda mıyım? Bu kadar garantili mi yaşamalıyım hayatımı? Sabah uyanacağımı kim garantiliyor? Bu buluttan vazgeçersem başka bir bulut daha bulabileceğimi peki? Ben kendi an'ımın ve anılarımın peşindeyim. Anlatabilecek miyim bilmiyorum ama hatırlayacağım ve bu kez iyi ki kaçmamışım diyebilmek için yaşamak istiyorum. 

Beni düşündüğün için çok teşekkür ederim ama sen bir kez söylediğinde, ben onu günler önce düşünmüş oluyorum zaten. 

İyi ki varsın ama lütfen beni tutmak zorunda hissetme kendini. 

Metamorfoz

Sarı saçlar bende bir illüzyon gibiydi en naif haliyle. Bir deneyim, farklı hem de kendime en uzak halimde bile ben olabileceğimin ispatı için bir başkaldırıştı. Öyle sandığın gibi depresyon hilesi değildi yani! 43 yaşındayım, hiç öyle sıradan bir tavır ya da hal hatırlamıyorum kendimle ilgili. Hatırlıyorsan onu da sen yazarsın bir ara okur güleriz. 

Yaklaşık üç buçuk yıl süren sarışın hallerimi tasvir edecek olsam, gitgide daha yumuşak başlı, daha sakin, daha olgun diyebilirim. Hayır! Elbette bunun bir saç boyasına dayandırılacak tarafı yok. Boya kanıma nüfuz etmedi, şekle aldanma! Ancak aynadaki aksimle ne zaman göz göze gelsek, bir başkasına benzettik birbirimizi. Çokça gülüp eğlendik ama zaman zaman tanıyamadık. Sonuçta yeniden tanıştık ki başıma gelen en güzel şey buydu ömrüm boyunca. Zaten hayat da 40'ında başlıyor deniyordu o şarkıda, vallahi haklılar. Aslında nesin, kimsin, neyi kimi nasıl seversin ve hepsinden önemlisi sen bu hayatta ne istersin bu yeniden tanışma esnasında eline yazılı bir kitapçık vermişler gibi kristal netliğinde beliriyor zihninde. 20'lerinde ve 30'larında o çok iyi anladığını sandığın anılarını, çok sevdiğin biri adına utanır gibi izliyorsun. Yine de çok seviyorsun, orada değişen bir şey yok! 

Saçlarımı boyamak üzerine yazacağım hiç aklıma gelmezdi ama sarışının adı değişiyor sevgili okur. Öz'üne dönüyor, her anlamda. Büyük bir değişim kapıda, bunu en derinimde bir yerde, çok kuvvetli bir biçimde hissediyorum. Bu basit görünen birkaç saatlik kuaför işlemini, bu değişim için bir hazırlık gibi düşün zira gümbür gümbür geliyor. 

Değişen sadece bir saç rengi ya da ben olmayacağım; sen de değişeceksin. Öyle büyük bir değişim ki bu, dünya bile değişecek çünkü hayatımı da ben yazıyorum. Orada olduğunu düşünüyorsan, sen de sıkı tutun ve hazırlan. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Büyük değişimler genellikle önce içinden çıkılmaz bir kaos gibi görünse de, çoğu zaman eşi benzeri olmayan bir düzenle sonuçlanır. Yeter ki bu değişime ve dönüşüme ulaşacak güç ve zorluklarla baş edecek cesaretin olsun. Biraz da istek ve çabayla süslersen, altından kalkmak bir yana, bu yeni düzenin parlayan yıldızı olursun. 

Zorlu bir yola çıkarken yapman gereken gibi, yalnızca çok önemli şeyler al yanına. Kıymetli ama küçük bir çanta hazırla. İçine önce kendini sonra da yangında ilk kurtarılacakları koy. Sonra da hayatına devam et. O an geldiğinde çantanın yerini gözü kapalı bul. Bu yolculuğun tadını çıkartmayı da sakın unutma yoksa fırtına dinip de durgun sulara ulaştığında, artık bir adım daha atacak enerjiyi kendinde bulmakta çok zorlanırsın. 

Ne güzel anlatıyorum değil mi bilmiş bilmiş. Anlatırım tabi, çok tayfundan, depremden geçtim. Evet hepsi çok büyüktü çünkü bana aitlerdi. Hakkını verdiklerim ve veremediklerim oldu ancak geride elimde kalanlar şimdi o çantanın içinde, adeta şimal yıldızı gibi aydınlatıyor yolumu. Hala yıkılayazdığım günler oluyor. O zaman çantamı açıp pusulama bakıyorum. İçimi, kendimi gösteriyor ve biliyor musun asla şaşmıyor! 

Vira vira ! 



10.8.24

Gül

Beni uzun zamandır tanıyan herkes bilir ki daha yirmili yaşlarım bitmeden, oldukça uzun bir zaman yeniden İstanbul'a dönmenin, orada yaşamanın, orada kalmanın, arkadaşlarımdan bir an bile uzak kalmamanın yollarını aradım durdum, e başardım da.  

Henüz bu arayış esnasında, yine mevsim yaz ve ben yine bir İzmir ziyaretindeydim. Yanında evimde hissettiğim arkadaşımın da Almanca kursu devam ettiği için gün içinde Kıbrıs Şehitleri civarında yalnız geçireceğim üç-dört saatim oluyordu. O zamanlar gençlik ateşi tabi, aklım da birkaç karış havada, muhtemelen de aklımda merak edip durduğum birileri var. Bir baktım ki ara sokaklardan birinde sağlı sollu iki üç katlı binaların hemen hepsi fal kafe. İç bir Türk kahvesi sonrasını bize bırak, oooo neler neler anlatırız tadında bekliyorlardı.

Zaten sıcaktan da caddedeki dükkanlarda çalan aynı şarkılardan da bunalmıştım, daldım gözüme en cici görünen kahveciye. Orta şekerli bir kahve söyleyip başladım camın önündeki ahşap masada beklemeye. İçerisi de kalabalık, en az altı yedi kişi daha bekliyor benden başka. Güzeell, hem serinler hem dinlenir hem de eğlenirim biraz! 

Üzerinden yaklaşık yirmi yıl geçmesine rağmen, fal bakan o ablanın kıvırcık turuncu kızıl saçlarını, beyaz tenini ve gülen yüzünü hiç unutmamışım, şimdi bile orada göz ucuyla beni izliyor bir başka heveslinin falına bakarken. Bir saatten uzun bir süre bekledim gerçekten sıranın bana gelmesini. Yapacak daha iyi bir işim de kedi merakımdan vazgeçmeye niyetim de yoktu. 

En sonunda sıra bana geldiğinde artık özene bezene kapattığım fincanım buz gibiydi ama ya o akan telveler kurumuşsa ve fincanı tabağa yapıştırdıysa! Endişeliydim zira biliyordum ki kimse bakmazdı o fala! Bunları düşüne düşüne artık yıllanmış hissettiğim o masadan kalkıp kıvırbaş falcı ablanın masasına transfer ettim kendimi.

 

Hoş geldin beş gittin derken fincanım onun önünde, eli fincanımın üstünde sanırım bir dakikaya yakın bir süre birbirimize gülümseyerek baktık. Bu bakışma o kadar uzadı ki artık yüzümde garip bir sırıtış olduğuna emindim. Neyse ki bozdu bu sessizliği ve "neden geldin?" diye sordu. Artık yüzüme yapışan o gülümsemeyle "e kahve fal filan işte" dedim. Gülümsedi ve tekrar sordu "Onu sormuyorum, sen neden geldin ki?" diye yeniden sordu. Anlamamıştım. O kadar sıcacık bir tavırla soruyordu ki bu soruları dayanamayıp "Gideyim mi?" diye sordum. Gülerek yanıtladı "bilmiyor musun bu fincanın içinde ne olduğunu" diye yeni bir soruyla gelince, belli etmemeye çalışsam da oldukça gerilmeye ve beklediğim onca zamana pişman olmaya başlamıştım. Toyluğumu ve anlamadığımı kavramış olacak ki açıklamaya başladı. "Senin bu ya da bir başka fala falcıya ihtiyacın yok. Başına gelecek, yaşayacağın her şeyi buradaki herkesten daha iyi biliyorsun" dedi. Gerçekten de o kadar hayat tecrübesiziydim ki neden bahsettiği konusunda zerrece fikrim yoktu. Söyledim de bunu ona. Açıkça


-            “Neden bahsettiğinizi anlamadım ve nasıl bilebilirim ki ne yaşayacağımı? Falı da biraz eğlenceli bir şeyler dinleyeyim, biraz manitacılık yapayım tadında baktırmak istemiştim. Hani diyorlar ya, birileri bana beni anlatsın diye, terapi niyetine.”


-            “Tamam o zaman nasıl istersen" dedi ve kaldırdı fincanı sonunda ve koydu masanın üstüne. 


Bir anlığına bakıyor, sonra bana dönüp anlatıyordu. Başka neler anlattı hatırlamıyorum ama "köprü ayaklarını gören, denizin dibinde bir iş yerin olacak. Ofisin köprü ayaklarını, birkaç üst katı ise boğazı görecek dedi." 

Dedi ama bilmiyordu ki benim işsiz olduğumu, İstanbul'da iş aradığımı. Hatta o anda ben bile bilmiyordum hangi web sitesinde hangi iş yerlerine hatta hangi pozisyonlara ne zaman başvurduğumu.


-            "Çok yakında başlarsın ama ilk gidişinde beni ara haber ver" dedi.

-            “Aaa tabi ki, çok da tatlısınız.” filan diyip

geçiştirdim, falın sonunda da çok teşekkür edip ayrıldım oradan.  

Ertesi sabah arkadaşım, ailesi ve ben kahvaltıdaydık henüz telefonum çaldığında. Bilmem ne firmasından arıyoruz yarın görüşmeye gelir misiniz dediler. İstanbul'da başvurduğum firmalardan biriydi. Bursa'ya bile uğramadan direkt bir İzmir-İstanbul seferi ile atladım otobüse, aldım soluğu Kavacık küçük terminalde. Bir taksiye atladım, önce valizimi sonra da adresi verdim. Şoför adresin çok yakın olduğunu söylediğinde başımı kaldırıp nerede olduğumuza bakma ihtiyacı duydum ve ilerlediğimiz sokağın sonunda plazalar ile birlikte köprünün ayaklarını gördüm!  

Nasıl olabilirdi ki? Kendime inanamaz bir halde aradım gerçekten falcı ablayı...

-            "Merak etme çok güzel bir yer, orada uzun bir

Zaman kalacaksın ve hayatını değiştirecek." dediğini hatırlıyorum. Bir daha da konuşmadık o andan sonra. 

Yaklaşık beş ayrı mülakat ve üç değerlendirme merkezi aşamasının ardından işe başladığım ilk gün masamın yerini gösterdiklerinde, galiba birkaç saniyeliğine dilim tutulmuştu. Masamın arkasındaki geniş pencere köprünün ayaklarını görüyordu, öğle yemeklerini yiyeceğimiz 360 derece panoramik teraslı yemekhanemiz ise köprünün kalanını ve boğazı kucaklıyordu. 

Gerçekten de hayatımı değiştirmiş ve bugünkü meslek hayatıma büyük katkılar sağlamıştı orası.

Tüm bunların ardından ben gerçekten de başıma gelecek her şeyi biliyor olabilir miydim? Öyleyse neden hatırlamıyordum? Bildiklerimi nerede sakladığımı bilmiyordum belki de, bunu da zaman gösterecekti.  

Sen sormadan söyleyeyim. Hayır telefonu artık yok, kafeyi de görsem tanımam.

Fal da iyi bir şey değildir zaten. 

9.8.24

Çocukluk

Bir evlat kaybetmekten daha kötü bir şey olamaz der herkes. Çok sevdiği kedisi ellerinde son nefesini vermiş olan biri olarak bunun acısını bile tarif edemezken, değil anlamak, tahayyül etmek bile istemem böyle bir gerçeği. Eminim haklılardır. Umarım kimse anlamak zorunda kalmaz böyle bir duygunun neye benzediğini. Bakmayın böyle tatsız bir konuyla başladığıma, böyle devam etmeyecek.

 

Moda’daki evlerinden, dostlarından, rengarenk sofralarından, yaşadıkları hayattan çok uzaklara gitmeye karar veren, bugün pek rahmetli olan canımın içi anneannem ve dedem; 1983-84 yıllarında Marmaris’e yerleşme kararı almışlar, tam da böyle bir deneyimin ardından. Ben bebek sayılacak yaşlarda olduğum için bu detayları uzun yıllar geçtikten sonra öğrendim. Gerçekten ne yaşamış, ne hissetmiş olabileceklerini tahmin edebilmem ise daha ileriki yıllara dayanır.  

 

Pek mutlu, güler yüzlü hatırladığım, ki bugün bile gülümseyen yüzümü o günlere borçlu olduğumu düşünürüm, çocukluk anılarımın en renkli zamanları, ya benim de büyüdüğüm Moda sokaklarında koştururken yara bere içinde kaldığım ya da anneanne ve dedemin yanına Marmaris’e gidip tüm yazı birlikte geçirdiğimiz o günlerdir.

 

Anneannem bir küçük Kraliçe Elizabeth olup -mavi kan değil, fiziksel ve asaleten benzerlik -, mutfakta, dikişte ve insan sevgisinde kendisine beş basacağından şüphem yoktu. Kıvrak zekası ve el becerileri ile tahminen bu hayattaki ilk on iki, on üç yılımızın hot couture tasarımcısı ve uygulayıcısıydı, elbette annemle birlikte. Dedem ise… Dedem bence dünyanın en eğlenceli insanıydı. Arada anneannemi çileden çıkaracak şakalar da yapsa, koç burcu gerçekleri, sanırım benim en eğlenceli, en iyi yaz tatili arkadaşım oldu her zaman. Öncelikle hala çok sevdiğim Pembe Panter melodisinin evin kapı zili olduğu gerçeği dedeciğimin eseriydi mesela. Sevdiği ama kendisini kızdıran herkese bok herif diye seslenir, kişiye özel sataşmalar da yapardı. Sabahları erkenden kalkar, hala yeni ütülenmiş çarşaf gibi pürüzsüz saatlerinde, evin az ilerisindeki sahile, yüzmeye giderdi. Çok üzülürdüm onu kaçırırsam, o yüzden sabaha karşı tuvalete filan kalkarsam uyumamak için çok direnirdim, bir çocuk ne kadar direnebilirse. Başarabildiğim günlerde ise mutlaka alırdı beni de yanına, şimdi bile gözümün önünde nasıl da uzaklara doğru ip gibi bir çizgi üzerinde yüzüp geri döndüğü. Bir de mobileti vardı Peugeot, kara kaçan gibi bir şey. Henüz Atom Karınca boyutlarında olan beni önüne oturtur, belime sarılır, Marmaris’in henüz kasaba olduğu o günlerde tanıdığı tüm esnafı gezerdi benimle. Belki de hala bu yüzden çok sever ve sahiplenirim mahallede yaşamayı ve esnaf kültürünü; evimde hissettirir bana. Arada da dönemin kanlı ve acı geçmişiyle sürgün yiyerek ideallerinden vazgeçmek zorunda kalan, adı kısa kendisi dev, kalbi ise pamuk gibi emekli öğretmen arkadaşının yanına götürürdü. Yalancı Boğaz’da kendi yatlarını yapardı ve bayılırdım o kerestelerin içinde kokularını genzime çekerek dolaşıp oynamaya. Şimdi bunu yazarken yüzümdeki tebessümü fark ettim de iyi ki varsın be okur! Bu güzel anıları hatırlamama ve yaşatmama vesile olduğun için.

 

Yine sıcak bir yaz günü, evin yine maceradan macera beğenip yaşadığım bahçesinde, Marmaris'in o kendine has kokusunu içime çekerken, sanki bambaşka bir dünyaya ışınlanmış gibiydim. Zaten bence her çocuk kendi kendine oynarken paralel bir evrene ışınlanır. Bugün düşününce aynen böyle hissediyorum o günler hakkında.

 

Bahçeye girer girmez, horozların gururlu ötüşleri ve yöreye özgü ağaçların hışırtıları beni karşıladı. Annemin bana giydirdiği çiçekli şortu görünce, arıların beni hedef tahtası olarak seçeceğini de her yeni sokuluşa kadar unuturdum, çok da umurumda değildi. Çünkü burada, bu derme çatma ama sıcacık yuvada, dünyanın en mutlu çocuğuydum ben.

 

Bahçenin bir köşesinde duran emme basma tulumba, benim için adeta bir oyun parkıydı. Üzerindeki salkım söğüt ağacının gölgesinde, kurbağalarla arkadaşlık kurmayı öğrenmiştim. Bazen onlara öyle dalmış oluyordum ki, birkaçının bacaklarıma tırmandığını bile fark etmiyordum. O kaygan soğuk derileri, yaz sıcağında iyi bile geliyordu itiraf etmek gerekirse.

 

Bahçede geçirdiğim zamanlar, benim için adeta bir keşif, bir serüvendi. Topraktan çıkardığım solucanlarla sohbet eder, çamurdan ve asma yapraklarından harika yemekler pişirirdim. Ara sıra kendini gösteren kaplumbağa dostum, en iyi dinleyicimdi. Ona anlattığım hikayeleri sabırla dinler, ara sıra kafasını sallayarak onayladığını düşünürdüm. Gevezeliklerimden sıkılsa da kaçması oldukça zaman alıyordu zaten. Okaliptüs ağacının ise yeri bende başkaydı, o keskin kokuyu hala çok severim. Her ne kadar çitin dışındaki zakkumların arasında fazla samimi pozlar verse de gönlü bendeydi bilirdim.

Çekirgeler ise bahçenin en hareketli sakinleriydi. Onları yakalamaya çalışırken, aslında özgürlüğün ve hayatın ne kadar değerli olduğunu öğreniyordum. Her sıçrayışlarında sanki bana "Hayat kısa, eğlen coş!" der gibiydiler.

 

Henüz kendi evlerine geçmemiş, kirada oturdukları Sarıalan Mahallesi’ndeki evin arazi komşusu bir ailenin oğlu olan "Coşkun Demir" isimli bir arkadaşım vardı. O yıllarda pek meşhur bir şarkıcının adı olduğu için, çocuğu her gördüğümüzde aynı aptal şakaları yapar, şarkılarını söylerdik. O zamanlar travma denen şey henüz icat edilmediği için de gücenmez, ertesi gün yine gelirdi bizim yanımıza oynamaya. Onunla ve diğer çingene denen arkadaşlarımla geçirdiğim zamanlar, gariptir o evin yegane anıları olarak kaldı o yıllardan bana.

 

Şimdi geriye dönüp baktığımda o yıllarda çocukluğun dibini gördüğüm bu uzun yaz tatillerinin, benim için gerçek bir cennet olduğunu anlıyorum. O zamanlar elbette anlamıyordum ama şimdi düşününce, o bahçede geçirdiğim her an, bana hayatın en değerli derslerini öğretiyormuş. Doğayla iç içe olmak, arkadaşlığın değerini bilmek, hayal gücünün sınırlarını zorlamak... Hepsi de o küçük ama bana uçsuz bucaksız görünen bahçede, o sıcak yaz günlerinde filizlenmişti içimde.

 

Şimdi, yıllar sonra, ne zaman güneşin altında ısınan otların ya da çiçeklerin kokusunu alsam ya da bir çekirge sesi duysam, içimdeki o küçük çocuk uyanıyor. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes alıyorum ve kendimi yine o bahçede buluyorum. Anneannemin sesi kulaklarımda çınlıyor, dedemin gülen gözleri bana bakıyor ve ben, yine o mutlu, meraklı, hayat dolu çocuk oluyorum. Işıldıyorum, eminim.

 

Evet, belki şimdi büyüdüm, saçlarım artık Osman modeli kesilmiyor, arılar da peşimden koşmuyor. Ama içimdeki o çocuk, ne zaman istese o bahçeye dönüyor ve biliyorum ki ben istediğim sürece bu şekilde devam edecek.

 

Toprağa, ağaca, doğaya özlemimin de o günlere ait olduğuna emin oluyorum bu yazımı bitirirken.


Ters Işık

Bir gün yine Cansu'yla botanik bir hafta sonu peşinde, kendi çapımızda eğleneceğimiz - ki çapımız geniştir - bir kaçamak olacağından emin ve fakat gözlerimizin gördüklerine inanmayacağını bilmez haldeydik. Tanımayanlar için Cansu, kendisine 25 yıldır bir sıfat yakıştıramadığım "şey"imdir. Şey'in yerine konulabileceklerin sınırı da yoktur. Bu da böyle biline.

Neyse efendim, vardık yine bir adaya ve rezervasyon sitesindeki fotoğraflarından bile güzel görünen çiftlikteki minnoş odamıza yerleştik. Oda dediğime de bakmayın, her oda müstakil bir ev. Koskoca bahçe içerisinde kendi küçük bahçesi var. Her yerde kazlar, ördekler, az ileride oğlaklar, hindiler ve tavuklar! var. Tavuklar mühim arkadaşlar, çiğ ve canlı olanlarından.

Vardığımız öğleden sonra saatlerini, odaya yerleşmek, ardından serin bir şeyler içip çiftliği biraz keşfederek geçirdik. İçimizden doğa taşıyordu, kesin aşıktık - yok birbirimize değil gördüklerimize. Her taşın yanından fışkıran rengarenk çiçekler ve taze otların kokusu genzimizi yakıyor, limonata gibi geç bahar havası içimize doluyordu. Etraf da pek sakin hani, pek kimse yoktu. Sezon açılmamış olabilir diye düşünüp bundan da mutlu olup, oteli kapattık şakalarını havalara atıp tutuyorduk.

Saat ilerledikçe sahile, kasabanın merkezine inip hafif bir akşam yemeği ve şarap fikrine çok sıcak baktık ve uygulamaya da geçirdik. Restoran bul, yemek söyle, ye, iç, biraz sokakları keşfet derken birkaç saat sonra da otelimize dönüp ilk günün yol yorgunluğunu atmaya karar verdik. Otele vardığımızda bizi karşılayan kafese kapatılmış hindiler "gluglu glu gluuu" sesleri ile karşıladı bizi. Karanlıkta kuşlar uyumaz mı ki diye şaşırdık ama çok da üzerinde durmadık. Bu serzenişin "kabaramazsın kel fatma" temasından çok uzak olabileceğinden de oldukça habersizdik. Biz doğanın fotoğraflarına bakanlardandık okurcuğum, ne bilelim çıkardıkları sesleri ayırt etmeyi.

Çakıldan otoparkta yürürken havanın da hala misss olduğunu fark ettiğimiz için, biraz da bahçede keyif yapıp yıldızları izler sohber ederiz diye düşündük, çok da iyi fikir valla. Geniş salıncak koltuklarda, elimizde koca birer kupa çay, üzerimizde polar (polâr olarak okunur) battaniyelerimiz, keyfimize diyecek yoktu. Eski yeni demeden daldan dala atlıyor, arada kayan yıldız olur da dilek tutarız diye gökyüzüne dalıp susuyorduk. Anılar ve güncel gelişmeler de yoğun olduğundan konu konuyu açtı, saatin kaç olduğunu anlamamız uzaktan sabah ezanı için uyanmış müezzinin megafondan yayılan sesiyle oldu. Oturmaktan neticemiz düzleşmiş, bağdaş kurmaktan bacaklar uyuşmuş, uyumak için geç, uyanmak içinse çok erken olduğundan; kalkıp biraz gezelim çiftlikte diye çok yerinde bir karar verdik.

Çiftliğin ardındaki mısır tarlasından doğmaya çalışan güneş henüz tam olarak kendini göstermemişti ki, tuhaf bir hareket gözümüze ilişti. Çiftliğin arka tarafındaki kümesin önünde, beyaz çoraplı, kafası parlayan bir adam silüet halinde görünüyordu. Adam, bağlı duran bir tavuğa doğru gizlice yaklaşmaya çalışıyordu.

Cansu'yla birbirimize baktık, gözlerimiz fal taşı gibi açılmıştı. "Bu da kim böyle?" diye fısıldadı Cansu. Ben de omuz silktim, hiçbir fikrim yoktu.

Adam tavuğa yaklaştıkça, kümesteki diğer tavuklar gürültü çıkarmaya başladı. Gıdaklamalar, kanat çırpma sesleri... Sanki arkadaşlarını uyarıyorlardı. Beyaz çoraplı adam panikleyip sendeledi, ayağı kaydı ve... pat!

Bir anda kendini kocaman bir dışkı havuzunun içinde buldu. Çırpındıkça daha da batıyordu. Cansu ve ben gülmemizi tutmaya çalışıyorduk ama imkansızdı. Adam öyle komik görünüyordu ki, kahkahalarımızı tutamadık.

"Vay be," dedim, "Bağlı bir tavuğu bile kesemedi. Galiba bu çiftlikte tavuklar 1, beceriksiz hırsız 0."

Cansu hala gülmekten nefes alamıyordu. "Şu hale bak! Beyaz çorapları artık pek de beyaz sayılmaz."

Adam nihayet kendini havuzdan çıkarmayı başardığında, üstü başı çamur içinde, kokusu burnumuza kadar gelmişti. Hızla uzaklaşırken arkasında kahverengi ayak izleri bırakıyordu.

"İşte bu," dedim Cansu'ya dönüp, "tam bir Ali Baba'nın Çiftliği macerası oldu. Sanırım bu hafta sonu unutulmaz olacak."

Güneş artık tamamen doğmuş, yeni günün ilk ışıkları çiftliği aydınlatmaya başlamıştı. Biz de odamıza dönüp biraz uyumaya karar verdik. Ama eminim ki rüyalarımızda bile o komik sahneyi tekrar tekrar görecektik.

Abi Koş Maç Başladı!

Son günlerde özellikle Olimpiyatlar başladı başlayalı, her mahallede, her kafede, her sosyal medya platformunda birer spor otoritesi türedi; e tabi bu da benim kafama takıldı. 

Sanki dün akşam yastığına kafasını koyduğunda sıradan bir vatandaşken, bu sabah uyandığında kendini olimpik bir bilgeliğin zirvesinde buluvermiş gibi bazılarımız. 

Düşünsene, daha dün akşam "halter" dendiğinde aklına ilk gelen şey aldığın çıtçıtlı body’nin yakasıyken, bugün birden bire koparma ve silkme hareketlerinin inceliklerini anlatır olmuş bizim spor bilgesi. Sanki anne karnından Naim Süleymanoğlu olarak reenkarne olmuş!. 

Ya da yüzme yarışlarını izlerken, "Kelebek mi? O da ne? Koleksiyon mu yapıyorlar?" diye düşünürken kendini bulan arkadaşımız, şimdi havuz kenarında sanki Michael Phelps'in kişisel antrenörüymüş edasıyla, "Yahu şu çocuğun kulaç açısı 0.5 derece daha geniş olsa, rekor kırardı!" diye ahkâm kesiyor. 

Hele bir de atletizm müsabakalarını izlerken, daha önce en fazla çizgili pijamasıyla piknikte top peşinde koşmuş olan Mahmut amcamız, şimdi sanki Carl Lewis'in torununun özel hocasıymış gibi, "Şu çocuğun ayak bileği yanlış, o yüzden altın madalyayı kaçırdı!" diyerek derin analizler yapıyor. 

Gel gör ki, bu ani ve mucizevi bilgelik patlaması sadece spor alanında kalmıyor. Birden bire herkes birer jeopolitik uzmanı, ekonomist, sağlık gurusu ve hatta uzay bilimci oluveriyor gündemle paralel olarak. Sanki geceleyin gizli bir "her şeyi bilen" serumu enjekte edilmiş gibi. 

Sevgili okurcuğum, eğer sen de kendini bu kategoride buluyorsan, lütfen dur, bir nefes al ve sakinleş. Yanında böyle biri varsa, gül tabi, ama durdur. Olimpiyatları izlemek, elbette keyifli ve heyecan verici. Ama unutma, o atletler yıllarca ter döküp, acı çekip, fedakârlıklar yaparak o noktaya geldiler. Senin ise tek yaptığın, koltuğunda oturup, göbeğini kaşıyarak cips yerken onları eleştirmek ve koltuk minderi inceltme yarışlarında dereceye oynamak. 

Belki de asıl olimpiyat ruhu, bu anlık uzmanların yarıştığı sosyal medya arenasında yaşanıyordur. Kim daha hızlı yorum yapacak, kim daha keskin eleştirecek ve hafta sonu magazinlerinde boy gösterecek, kim daha bilgiç görünecek yarışıdır belki de. İşte sana gerçek bir maraton! 

Pek sevgili kendini birden bire olimpiyat halkalarının mucidi sanan dostum, lütfen biraz sakin ol. Sporcuları takdir et, emeklerine saygı duy ve belki de sadece izlemenin keyfini çıkar. Bunu mümkünse hayatın her alanında uygulamaya da çalış, faydasını görürsün mutlaka. 

Eğer illa ki bir yarışa gireceksen, bari en azından "en az ahkâm kesen izleyici" kategorisinde madalya almaya çalış. İnan bana, o madalya, salondaki camlı vitrine, konsola, dolabın üstüne ya da adı her neyse çok daha fazla yakışacak. 

Öğrenemedim gitti şu mobilyaların isimlerini!


Aşıklar ve Maşuklar

Toz’dan sebeplerle ayrılmak zorunda kaldığımız ilk göz ağrımız evimizden sonra yeni bir ev arayışına girmiş, çok da uzaklaşamadan hemen arkadaki iki katlı evin üst katını gözümüze kestirmiştik. Ancak bir problem vardı, bize göre biraz pahalıydı. Zaten çok yakında oturan ve biraz da bizimle kalmayı tercih eden Ayten kızımıza tam da o esnada göz kırpasımız geldi! Bunları kulağına fısıldıyormuşum gibi düşün lütfen, aramızda kalsın!

 

Biz üç güzeller ağzından girdik burnundan çıktık, Ayten ile birlikte müstakbel ev sahibimizi de kafaladık ve eski evimizden 45 adım kadar ilerideki yeni evimize yerleştik.  Alt katımızda da ev sahibimiz Aşık Bey ve onu gölgesinden bile kıskanan annesi oturuyordu. Aşık dediğim, uzun boylu, kumral, sarı metal çerçeveli gözlükleriyle adeta bir Harry Potter karikatürü ile 90’ların psikopat katilleri arasında bir tipti ama bizim Harry'nin sihirli değneği yoktu. Onun yerine tebeşirleri ve matematik kitapları vardı. Evet, lisede matematik öğretmeniydi kendisi.

 

Şimdi, yine aramızda kalsın ama Aşık'ın gözü bizim Ayten'de gibiydi. Tabii biz bunu fırsat bilip, "Ayten, Aşık yine merdivenleri süpürüyor, kesin seni görmeye çalışıyor!" diye dalga geçerdik. Ayten ise, "Sussanıza kızlar, duyacak!" diye kızarır bozarırdı ve bence azıcık da hoşuna giderdi beğenilmek.

 

Bir gün, banyoda su tesisatı ile ilgili bir sıkıntı çıktı. Biz üç kafadar, bu sorunu çözmek için bey,n fırtınasına başladık. Tamirci bulacak çevremiz ya da ona ödeyecek paramız da olmadığından sonunda tahmin etmesi çok da zor olmayan parlak (!) bir fikir geldi aklımıza: Aşıktan yardım istemek neden kötü bir fikir olsundu ki? Hem Ayten'e olan ilgisinden faydalanır, hem de banyomuzu kurtarırız!

 

Aşık, sanki yıllardır bu anı bekliyormuş gibi, elinde alet çantası ile hemen yukarı çıktı. Ayten'in gergin ve huzursuz halini o fark etmedi ama biz anladık tabi ki bir karın ağrısı olduğunu.

 

-           "Adamı banyoda niye yalnız bırakıyoruz, ya

klozetin içine parmak kamera yerleştirirse?"

diye fısıldadı bizi bir kenara çekip.

 

Önce donup kaldık ve sadece birkaç saniye içinde bizim karnımız ağrımaya ve gözlerimizden yaşlar gelmeye başladı gülmekten yerlere yatarken. Zavallı Aşık aşağıya inip ilave birkaç gereç almaya giderken bizi öyle kıvranarak kahkaha atarken görünce, öylece kalakalmıştı şaşkınlıktan. Ayten'in bu şüpheci tavrı, sanki Aşık'ın gizli bir ajan olduğunu düşündüğünü gösteriyordu. MI6'in yeni gizli silahı: Klozet kamerası! Neyse ki Aşık, bu şüphelerin farkında değildi. O sadece Ayten'in gözlerindeki paniği görüp, "Acaba yanlış bir şey mi yaptım?" diye düşünüyordu. Zavallıcık, Ayten'in aklından geçenleri bilseydi, herhalde o anda anlamadığımız bir dilde sihirli sözler söyler ve toz olup toprağa karışırdı.

 

Sonunda, banyomuz kurtuldu, Aşık'ın da kalbi kırılmadı (en azından o an için), ve biz de günlerce bu olayı konuşup güldük. Bunca yıl sonra hala da gülüyoruz. Ayten'e de "Artık tuvalete giderken üç kez kontrol et, belki Aşık seni izliyordur!" diye hemen her defasında takılmayı ihmal etmedik.

 

Şimdi düşünüyorum da, belki de Aşık gerçekten de sadece iyi niyetli bir komşuydu. Belki de o kamera kayıtlarını bir CD’ye basıp koleksiyon yaptı. Kim bilir? Belki de şu an bir yerlerde, hâlâ o günü hatırlayıp "Acaba ne yaptım da o kızlar benden bu kadar korktu?" diye düşünüyordur.

 

Güzel günlerdi, bize mavra yapacak malzeme lazımdı ki pek zorluk çekmiyorduk ve bulduk, hem de alasını! Gençlik işte... diye geçiştirmeyi de çok istemem, hala böyle olmaktan gurur duyarım!!!

 

Ayten kızımıza uzuun yıllardır ulaşamıyoruz, bu yazıyı okuyorsan bil ki unutulmadın!


Hangi ?

Eski bir deyiş vardır, "Aşk gözü kör eder" diye. Bence yanlış. Aşk gözü kör etmez, aksine her şeyi daha net görmeye başlarsın. Sorun şu ki, gördüklerini kabullenmek istemezsin çoğu zaman. 

İşte ben de tam olarak bu durumdaydım. Yıllar önceden gelen, hortlayan da denilebilir, çok iyi de bir arkadaşıma aşık olmuştum ve sanki bütün dünyam değişmişti. Bir gecede üç kahve süresince olup bitmişti her şey. Neden oldu, nasıl oldu, ne değişti? Bu sorulara alış, kitap boyu soracağım. Sadece birkaç gün önce çok mu içten “gelsin o kişi, ben artık ve yeniden hazırım” diye dilemiştim?  Evrenin secret kapıları mı açıktı? Bunların cevabını bulabilseydim zaten başka şeyler düşünmeye de başlayabilirdim. 

Gülüşü artık daha parlak, sesi daha melodik, hatta saçının tek bir teli bile bana ilham veriyordu ama bu yeni keşiflerimi ona söyleyebilir miydim? Tabii ki hayır! Çünkü ben, ulu insan, büyük yemin etmiştim artık böyle şeyler yapmayacağıma dair. Her gördüğümde gevşemeyeceğim, bir öyle bir böyle karışık sinyaller vermeye çalışıp, kendimi ele vermemek için elimden geleni yapıp, tam da kedimden öğrendiğim biçimde kuyruğu dik tutacaktım! 

Bazen düşünüyorum da acaba Atilla Atalay'ın "Seslerim" öyküsündeki gibi, içimdeki sesler bir gün isyan edip beni ele verecek miydi? Belki de bir gün, kahvemi yudumlarken aniden "Aygaaaz!” diye bağırıverecektim. Sonra da hemen arkasından "Pardon, kahve çok sıcakmış" diyerek durumu kurtarmaya çalışacaktım. İçimden geçirdiğim yerli film repliklerini de sıcak kahvenin buharı ile havaya karıştıracaktım elbette. 

Ah, şu iç sesim! Sürekli bana "Hadi ama, söyle gitsin!" diyordu. Sanki o kadar kolaymış gibi. Peki ya söylersem ve arkadaşlığımız bozulursa? Ya da daha kötüsü, bana gülerse? İç sesim bu sorulara sadece göz devirmeyle yanıt veriyordu. Bazen ona "Sen sus artık!" diyordum, ama o bana "Sen sus!" diye cevap veriyordu, çok sonraları aynı o densiz fotoğrafın yaptığı gibi. Evet, kendi iç sesimle tartışıyordum. Artık kesin ve geri dönüşü olmayan bir biçimde ve tertemiz delirmiştim belki de? 

Bir gün, cesaretimi toplamak için kendime bir şişe şarap aldım, tabi ki rose. Sabaha patlatacağım sivilceler bile umurumda değildi, gerçekleri görmek istiyordum, in vino veritas! Düşündüm ki belki fermente olmuş üzümlerin yardımıyla dilim çözülürdü. Ama ne oldu biliyor musunuz? Şişeyi açtım, bir kadeh doldurdum, tam "Bu gece konuşacağım artık o da bunların ne anlama geldiğini bana açıklamak zorunda!" diye yemin ederken, o aradı. "N’aber nasılsın?" dedi. Ben de panik halinde "Şarap!" diye bağırdım. "Ne?" dedi şaşkınlıkla. "Şarap dedim, içiyorum da…” diye kekeledim. Evet, evet. Biliyorum. Oscar'lık bir performans, sahne konuşmamı da kan yerine kırmızı şarapla yazarım artık! Hazırcevap, pratik zeka, lafı duyduğum anda smaç basar gibi cevap veren ben öööylece kalakaldım. Yine diyemedim bir şey, şarabı da üzerime döktüğümü, telefonu kapatınca anladım. 

Bazen düşünüyorum, acaba eski çağlarda yaşasaydım ne olurdu? Belki de bir şövalye olurdum. Ejderhalarla savaşmak, karşımdakinin gelip bana ne hissettiğini söylemesini beklemekten daha kolay olurdu. En azından ejderhanın bana "Üzgünüm ama seni sadece bir arkadaş olarak görüyorum" deme ihtimali yoktu. 

Neyse ki klavyede çok delikanlıyım da kâğıda döktüğüm her kelime, söyleyemediğim her cümlenin yerine geçiyor. Belki de bir gün, yazdığım hikayeleri okur ve anlar. Ya da belki de bu yazıları ona da gönderirim bir gün ve bu satırları okur, kim bilir? Eğer olmuşsa öyle bir şey, evet, senden bahsediyorum. Lütfen gelip bunu okuduğunu söyle ama bil ki o zaman da inkar edeceğim. Hatta muhtemelen "Hangi hikaye? Ben öyle bir şey yazmadım!" diyeceğim. 

Sonuç olarak, sevgili okur (ve belki de sevgili arkadaşım!), ilişkilerimiz ve isimleri arasında ince bir çizgi üzerinde dans edeceğiz bir süre daha. Belki bir gün birimiz cesaretimizi toplayıp konuşacağız, belki de kaybolup gideceğiz, tarihin tozlu sayfalarında yerlerini alan ve asla yayınlanamayan diğer hikayelerim gibi. Kim bilir? 

Belki de en doğrusu buydu, susmak. Çünkü bazen, söylenmemiş sözler en güzel aşk hikayeleriydi ve onca tecrübelerden ufacık bir ders bile çıkartmamak aptallık sayılırdı. 

Eğer yine de bir yine karşıma çıkarsan ve o gün gaza gelip seni karşıma alıp da konuşursam, lütfen bu yazıyı aleyhimde delil olarak kullanmayın. Çünkü o zaman da "Bu sadece kurmaca bir hikaye!" diyeceğim ve seslerimle kelimelerimi cebime koyup yoluma devam edeceğim. 

Yolum da açık olsun!

360 Derece

Evet, sen. Tam da seni kastediyorum. Oturmuşsun, hayatının aşkını bulduğunu düşünüyorsun ve kafanda bin bir türlü soru. "Acaba doğru kişi mi?", "Ya sonra pişman olursam?", "Peki ya o beni gerçekten seviyor mu?" Dur bir dakika, nefes al; baktın kalbin hala atıyor; şimdi bir adım geri çekil ve kendine bak.

Biliyorum, ilişkilerde düşünmek önemli. Ama sen, ey muhterem okur, düşünmeyi öyle bir noktaya getirmişsin ki, Einstein bile senin yanında sıradan bir düşünür gibi kalıyor. Tebrikler! İlişki Quantum Fiziği'ni keşfettin.

Şöyle düşün: Her olası senaryoyu, her olası sonucu hesaplamaya çalışıyorsun. Sanki ilişkiler, içinde milyonlarca paralel evren barındıran bir kuantum alan teorisiymiş gibi. Ey sen, sevgili Schrödinger'in İlişki Kedisi, hem mutlu hem mutsuz, hem aşık hem değil, tüm bu olasılıkların ortasında asılı kalmış durumdasın.

Peki ya şöyle bir şey olsa: Kafanda kurduğun tüm bu senaryolar gerçekleşse? Düşünsene, bir sabah uyanıyorsun ve sevgilin sana diyor ki: "Hayatım, bugün senin tüm korku ve endişelerini gerçekleştirmeye karar verdim. Önce seni aldatacağım, sonra tüm paramızı kumarda kaybedeceğim, ardından da annene hakaret edeceğim. Ah, bir de kedimizi satıp yerine bir tarantula alacağım. Nasıl fikir?"

Gördün mü? Ne kadar saçma geliyor kulağa. İşte senin kafanda kurduğun senaryolar da aynen böyle. Gerçek hayatta kimse sabah kalkıp "Bugün sevgilimin tüm korkularını gerçekleştireyim" diye düşünmez. Eğer öyle biri varsa, lütfen hemen terk et. Cidden. Şaka yapmıyorum.

Ama sen, ey 360 derece düşünen ilişki kahramanı, her açıyı hesaplamaya çalışıyorsun. Kuzey, güney, doğu, batı yetmiyor; kuzeydoğu, güneybatı derken, bir de bakmışsın ki ilişkinin kutup yıldızını kaybetmişsin ya da 4 kutuplu Satürn gibi yuvarlanıyorsun! Pusulan şaşmış, rotanı unutmuşsun!

Sosyal medya şey'cilerinin de sıklıkla yazıp çizip anlamayanlara resimlerle anlatmaya çalıştığı gibi, bazen en iyi strateji, stratejisiz olmaktır. Evet, yanlış duymadın. Bazen düşünmemek, düşünmekten daha iyidir. Çünkü aşk, mantığın bittiği yerde başlar ve inan bana, mantığın bittiği yer, genellikle senin beyninin içindeki o küçük, endişeli ses susmaya başladığı an'a denk düşer.

Düşünsene, Shakespare "Olmak ya da olmamak" yerine "Olmak mı yoksa olmamak mı, ya da belki biraz olmak ama tam olarak değil, ya da belki hiç olmamak ama sanki olmuş gibi yapmak..." deseydi? Hamlet trajedi değil, komedi olurdu herhalde.

İşte sen de kendi hayatının Hamlet'i olmak yerine, biraz daha "Bir Yaz Gecesi Rüyası" olmaya ne dersin? Biraz daha hafifle, biraz daha gül, biraz daha tadını çıkart bugünün. Çünkü hayat, tıpkı bu kitap gibi, fazla ciddiye alınmayacak kadar kısa ve komik. Pan'ı çok da hafife alma!

Ve son olarak, eğer hala "Ya bu ilişki yürümezse?" diye düşünüyorsan, hiçbir ilişki sonsuza dek sürmez. Er ya da geç hepsi bir yerde biter ama yaşarken ama ölümle... Ancak bu, o yolculuğu yaşamaya değmeyeceği anlamına da gelmez. Çünkü hayat, varış noktası değil, yolculuğun kendisidir! Tam 40 yaş üstü öğütler baakk!

O yüzden, sevgili okur, biraz daha az düşün, biraz daha çok hisset ve eğer hala endişeliysen, en azından endişelerini komik bul. Çünkü gülmek, düşünmekten çok daha eğlenceli ve kim bilir, belki de gülmeye başladığında, aşkın gerçek anlamını keşfedeceksin. Pozitif ol aptal değil, gülmenin kimseye zararı olmamış daha. 

Hadi git ve biraz aşık ol. Ama lütfen, bunu yaparken beynini evde bırak. Zaten çok çalıştı, biraz da kalbin çalışsın. 

6.8.24

Dair

Sevgiye dair yazasım var okurcuğum - kaptınız bu kibarlık işini artık açıklamıyorum - Her türlüsüne. Bulduğuna, tattığına, yaşadığına, içinde ukte kalana, gözünün içine içine bakıp da, daha ne bekliyorsun dediğine, canını yakan, huzur veren, çekip giden, kaçamadığına, kaçmaya hiiiiç niyetin olmadığına kadar. 
Yalnızca bir insana değil, hayvana, bitkiye ve dahi bağ kurduğun bir eşyaya belki. Sevgi hem çeşit çeşit hem de hepsi bir gibi değil mi sence de? 

İyi bakmak, iyi görmek, iyiliğini istemek ve sonunda daha iyi olmak... Bu şekilde özetlenebilir mi acaba? Özenmek, kıyamamak, bir bildiği vardır demek ve asla değiştirmemek; değiştirmeyi aklının ucundan bile geçirmemek hatta. Ne kadar da anayasal bir sevgi oldu, saygıyla eğiliyorum bu tanımların önünde. Bunların biri, bir kısmı ya da hepsi. Evet sevgili okur, oku bakalım bu maddeleri, en az 5'i sende varsa alttaki yorumlardan kendi payına düşeni de en az 3 kişiyle paylaş ki evren sana 'secret' yapsın, kalbin kadar temiz sayfan da elmaslarla pırlantalarla dolsun; biliyorsun hayatta en önemli şey bu!

Bu kadar kolay olsaydı diyenleri duyar gibiyim. Cânım okuyucu, bak bunu benden önce başkasından da duymuş olabilirsin, o kadar kolay olsa onun da kıymetini bilmezdin. 

Ucuza aldığın neyi sevsen de gözün gibi baktın? Sevgiye, sevgine paha biçmeye çalışmıyorum ve fakat gerçekler de ortada. Ardından koşan kaç kişiye kaptırdın gönlünü? Pazardan aldığın o süzgeç ammaaannn kırılırsa yenisini alırız ne var üç kuruş' muamelesini görmedi mi hiç senden? Zaten ne bekliyordun ki; ucuz etin yahnisini de yemedin mi? İşte tam da burada ama karnımız da doydu diyemedin değil mi? 

Pahasına değil de kıymetine bakarım ben. Bana neye mâl oldu? Ne verdim onun için, uğruna göze aldıklarım karakterimden mi götürdü? Fedakarlık ile karıştırılmasın rica ediyorum; o gönüllülük esaslı olur. Ancak en içinden, senden kopan bir parça olursa eğer; hiç bir usta tamirci, yedek parçacı, feriştahı gelse de abla sen bunu bir bilene göster istersen diye terliklerini giyip, üstüne bir de açma kapama ücreti isteyip yanpiri yanpiri uzaklaşır yanınızdan. 

Tam da bu sebeple sevgi de pamuklara saran bir şey olmak zorunda değil mi? Üzerimizdeki dikkat kırılabilir yazısına artık ihtiyaç kalmayan... Ne kırmayayım diye endişe ettirir, ne de bu parçaları nereye koyacağım ki ben şimdi diye düşünmek zorunda kalırız. Bazen sallanır ama düşsek de kırılmayız. Zaten tutar elinden vaktinde ama de ki düşüverdin... En çok neden itti ki, bana ne anlatmaya çalışıyor, bir bildiği olsa gerek diye düşünür, canlı ise sorarız da gözlerinin içine bakıp. Yani en azından olması gereken bu. Öyle itip kakıp sonra hep sevdiğimden sığırlarından bahsetmiyorum elbette, aç gözünü !!!

Vicdan ve şefkat sınavıdır daha pek çok şeyin yanında. Bir filmde izlemiştim -İtirazım Var-, şu an serbest çağrıştım! Polis imama soruyordu. "Hocam bazen karımı Allah yarattı demeden dövmek istiyorum ama dövmüyorum, günah mı?" diye soruyor. İmam da "dövmüyorsan değil" diyor. Polis ısrarcı "Çok istiyorum ama.. Dövmüyorum". İmam "O zaman günah, dövemiyorsan merhametten, dövmüyorsan kibirden; kibir çok büyük günah" diyor... Bak yine kendine yontar gibisin, her iki taraf için de geçerli bu yazdıklarım. Sen kır dök o hep alttan alsın, seni anlasın, hep anlayışlı mülayim olsun diyemezsin. Başlarım öyle eşitlik anlayışına. Senin kadar onun da duyguları olduğunu, en yıkılmaz görünenin vaktiyle en çok kırılan olabileceğini öngörerek ve dahi açıktan değilse de içten içe bilerek... Acımadan, acıtmadan, acındırmadan. 

Gerçekçi de olmak lazım,  kırılacak eşyalarımız da olmuyor mu? Ben mesela, onlara da hem gözüm gibi bakıp hem de her an beni bırakabileceklerini bilerek yaklaşıyorum. Anıları hafızama nakşedip huzurla izliyorum uzaktan. Bir hayat boyu benimle yaşar hayalleri kurmadan, kırılırsa ömrü vefa etmedi, inşallah başka bir hayata diyorum. Zaten eşyalarla da konuşuyorum ben zaman zaman, bu bambaşka bir klinik, ay pardon değişik vaka! Ne olmadan yaşayamam dersen, neyi kimi kaybetmekten korkarsan; en acı şekilde de onu kaybedersin. Çok da şeyetmemek lazım yani, korkunun da ecele faydası görülmemiş daha. 

Bu örnekler çeşitlendirilir tabi; eşini, işini, paranı, o çok sevdiğin bibloyu, vs. vs. vs.  En iyisi; "yokluğunda hayatımda ne eksilir?" sorusu benim için. Kaybedebileceklerini göze alabildiğin ölçüde ihtimam göstermek. O, neyse kimse artık, olmadan daha iyi bir versiyonun mu oluyorsun şu hayatta, hiiiç farketmiyor mu, yoksa eksiliyor mu sol yanından bir ya da birkaç şey. Düşünmesi zor geliyorsa, al şimdi kağıt kalemi eline başla yazmaya; ne veriyor ne alıyor senden... 

Hadi bakalım bunlar da kulağına küpe, parmağına bağlı kırmızı bir ip olsun. 
Öperler!




4.8.24

Doğan Görünümlü Şahin

Her kabın bir alırı var, zorlamak seni beklentiye sokar ve beklentinin karşılanmaması da insanı üzer derler. İyi de o kabı tartmak için ne alabildiğine, fazlasını nasıl taşırdığına da bakmak lazım. Nasıl çözeceğiz bu işi. 

Bugüne kadar 50’nin üstüne çıkmayan insan, 180-200’e bana mısın demiyor diye ibre 550’ye gelene kadar görmezden gelme mesela. Taştığını görmedikçe sen de umutlanıyorsun haliyle. Belki de en çok bir 65’likti, kavun değil ki dibini koklayasın!  

Ha benim kendime bu konularda biraz fazla öz güvenim var. Bir bakışta gözlerindeki kıvılcımdan, kadranın sonunu daha yola çıkmadan görebiliyorum, ama bu da demek değil ki hiç yanılmıyorum. Kendini çok zeki zannetmenin handikaplarından zaten bu; herkesi kendin gibi bilmek! Ulan sen ne haltsın da tepeden bakıyorsun diyorum kendime böyle düşününce. Yok valla tepeden bakmıyorum. Kulaklarına kadar erişsem yeter. Huniyle filan akıtırım diyorum genellikle. Sonra diyorum ki, eh anlamıştır herhalde. Özellikle soyut ve metaforik yazıyorum mesela, anlayanlarla yoluma devam edeyim, kimse kral çıplak da diyemesin, çok eğleneyim diye. 

Geçenlerde yine aldım sazı elime çalıp söylüyorum bir ortamda. O öyle değil böyle, böyle de düşünmediniz mi, yok şöyle olmayın, böyle dik durun vs vs vs. Sanıyorum ki en kötü ihtimalle başlarını yastığa koyup da uykuya dalmadan düşünecekler, gerçekten böyle olabilir mi, sorun bende mi acaba, diye. İçimde nasıl mağrur bir gurur, bugün de insanlığa bir faydam dokundu be!!! diye oturuyorum kabararak hindi gibi. Zaten dalmışım spiritüel işlere, bütüne hayrı dokunan mümin tadında gevriyorum yıldızların altında yazımı yazarken. 

Sonra... O gün yanımızda olan ve gözlerindeki pırıltılı cevherden hiç şüphe duymadığım bir diğer katılımcı bana "çok iyi söylüyorsun ama sen de onların anlamadıklarını anlamıyorsun" diyene kadar daha çoook alırı olan bir balon gibi şişinip durdum. Egoya gel! Bana bunu diyen için; acaba o, anlayıp da salağa yattıklarını anlamamış olabilir mi diyorum. Elbette içimdeki ses haykırıyor o sırada bana; kendini bir halt sanıyorsun işte sen de anlamamışsın! diye. 

O günden beri bunu düşünüyorum yanında pek çok şeyle birlikte. Su bidonuyla yağ bidonunu karıştırabileceğimi o zaman anladım işte. 100 kg pamuk mu 100 kg demir mi ağır değildi soru. Hangisi yere önce çakılırdı. Bu hikayenin malı ve çakılanı ben oldum sevgili okur. Yağdan sirke, sudan ateş çıkar sandığım için, böylesine göz önünde bir gerçeği göremeyecek kadar gözüm kör olduğu için de yok bana çikolata bugün! 

Cânım kendim, daha fazla da cezalandıramadım seni... Biraz daha törpülenmeye ihtiyacın olabilir ama dikenlerinle de güzelsin.

 

Batmasın!


2.8.24

Ev

İnsan evini nerede görse tanıyor. Henüz ona sahip olmasa bile. Hayalini kurduğu evi tanımaz mı insan?

En çok da huzur bulacağı, güvende hissedeceği evi tanıyor. Sabahın ilk ışıkları kadar, gecenin en derin karanlığında bile içinde kalmak isteyeceğini, kendini tanımladığını ve tamamladığını ve bu hislerle daha iyi bir versiyonuna dönüşeceğini, daha ilk adım atışında tek bir teneffüs ile anlıyor.

Bazen bambaşka şeyler konuşurken düşlüyorum o evi. Bilmez ki kimse; koridorlarında geziyorum, eski çok eski bir tanıdığı özlem ve gururla izler gibi izliyorum odalarının kapısına dayanıp içerideki tüm detayları. Mutfağı mesela, günün ilk ışıklarında taze demlenmiş çay kokuyor. Salon desen öğleden önce, bahçedeki yaşını almış bilge ağaçların dallarının ve yapraklarının arasından güneşten nasibini almış. Yatak odası desen akşamları, yeni ütülenmiş bir nevresim gibi sakin ve sıcacık sarmalıyor beni. 

Sanki birinin evine ilk kez gitmişim ama yine de salonda kıvrılıp yatıya kalmak ister bir duygu var içimde. Belki daha ev sahibi bile farkında değil ama oralıyım ben çok belli. Zaten hep oralıymışım da ancak hatırlamışım gibi. Mahalle bakkalı adımı bilirmiş, taksi durağı sesimden tanırmış gibi oralıyım.

Sorsan duvarlardaki tüm çizgilere, belki banyo fayansındaki çatlağa, contası gevşemiş musluğa, o parkenin altına sıkıştırdığım mektuplara da hakimim. İçimde, çok iyi bildiğim bir şeyi paylaşmaya bile ihtiyaç duymayan o kendinden emin sakinlik ile bekliyorum. Evet, vaktini bekliyorum. Mutfaktan sızan sıcak bergamot kokusu ile kedi gibi uyanacağım sabahları bekliyorum. 

 

Günaydın evim...


Sarı Sıcaktan ...

İçim kıpır kıpır sevgili okurcuğum... -cuğum diyorum bak. 

 

İnsan dağlar kadar güvensin kendine, derin denizlerde kanyonlar gibi sakin ve serin olsun, arşın merkezine inip çıkacak kadar "şey"li olsun... Yine de değer gördüğü yerde çiçek açıyor işte!

 

Bu yıl bahar hiç bitmemiş; gelincikler, hanımelleri ve dahi ıhlamurlar hala çiçek çiçek, yazın sarı sıcağı da üstümde tatlı bir sarhoşluk bırakıyor gibi.

 

Bu baygın kokulardan ve gelincik kırmızısından demetler yaptım kendime. Kimi ellerimde, kimi saçlarıma takılı, kimisini ise adeta muhteşem bir esans gibi sürdüm üzerime yürüyorum, sadece benim bildiğim arnavut kaldırımlı sokaklarda.

 

İçimde çalan şarkıları tarif edemem zira konum atasım yok sana, hiç kusura bakma. 

 

Arka sokaktaki dondurmacının külahları, sokaklardaki begonvil kokusuyla karışınca mevsim daha da yaz oluyor sanki. Güneşim üzerimde parlarken sokaktaki kedi köpek ve semtin misafirlerinden saçılan kırıntılarını toplayan serçeler olduğundan da güzel görünüyor gözüme. Kesin yüzümde de manasız bir tebessüm var, insanlar o yüzden mi bakıyor öyle bir değişik? Yoksa şarkılara fazla kaptırdım da söyleyip dans ederek mi geziyorum yine?

 

Hayır yani yapmadığım iş değil. Mahallenin delisi gibi izlendiğim olmuştur. Önce bir an utanıp sonra "ammaaannnn" diyerek aynen devam ettiğimi artık tahmin edebilirsin de. Mutlu Türk filmlerindeki gibi herkesi aynı şarkıda dans ederken hayal ederim böyle zamanlarda.

Söylemiştim, seviyorum mutluluğu paylaşmayı. Çok beylik gelebilir ancak gerçekten de o mutluluk bir başkasına da sıçrayınca, mutlu edebilmenin mutluluğu ile daha da mutlu oluyorsun. En azından benim gibi iyi bir insansan öyle oluyor işte!

 

Biraz daha mutlu kelimesini kullanırsam ortalık yerinden çatlayacak sen sevgili okur, sana sesleniyorum! Sakinleş... Hayat sana haset edecek daha çok şey verir bu hayatta, gözün kalmasın, daha iyisi senin olsun! 

 

Yalnız, durum farklı sanki. İnsanlar yüzüme pek de deliymişim gibi bakmıyorlar. Hepsinin suratında ekşimiş süt içmiş gibi bir garip ifade var. Gitgide de kötüleşiyor. Yanlarında otursam kokuyorum sanacağım kadar tiksinerek bakmaya başlıyorlar. Allah allah... Üstüm başım da açılmamış, hani olur ya ihtiyaç molası sonrası kaba etin açıkta dolaşır fark etmezsin bazen.. Arkamda biri mi var diye dönüp bakıyorum ... O da ne be!!!! 

 

Geçtiğim o çiçek bahçesi, mis kokulu sokaklar attığım her adımda adeta güneş tutulması beni izliyor gibi kararıp soluyor. Solsa iyi, çiçekler kuruyor, o canım sokak hayvanlarının bile kemikleri sayılıyor. Daha geriye baktıkça soğuk bir rüzgarla bana doğru yaklaşıyor sokak, adeta içine çekiyor kara delik gibi. Zar zor dayanabiliyorum ayakta. Müzik kesiliyor, insanlar kapılıp gidiyor o girdaba. Saniyeler içinde gökyüzünü kaplayan kara bulutların ve çorak bir kara parçasının ortasında dımdızlak buluyorum kendimi.

 

Buz gibi bir rüzgar esiyor, yaz günü donuyorum ve parçalara ayrılıp tuz buz olup o çorak toprağa karışıyorum...  

 

Çok kısa bir süre içerisinde içimdeki korkunun ve kaygının gerçek olmadığını hissetmeye başlıyorum ama neden diye de düşünüyorum. Kim olsa ödü şeyine karışır yani, benim de. 

 

Ne benim ne bir başkasının dünyası bu denli hızlı kararıp solamaz diyorum içimden tekrar tekrar ve bir müddet sonra boğazıma çöken ve ciğerlerime dolan kapkara kül ve kükürt kokusundan kurtulmak istercesine haykırıyorum; gerçek değil !!! Üç kez peş peşe, ciğerime yapışan katranı sökene dek bağırıyorum... gerçek değil! gerçek değil! hiçbiri gerçek değil! 

 

Bu haykırışlar esnasında son gücümü kullanmış olacağım ki gözlerimin karardığını hatırlıyorum. Ne kadar zaman geçti üzerinden bilmiyorum.

 

Gözümü açtığımda başucumda gülen gözleri ile bana bakan o varlığı hatırlıyorum bir tek. Adeta bir kristali andıran, bembeyaz, pırıl pırıl parlayan cildi gözlerimi kamaştırmıştı. Ortalama bir insana göre uzun sayılacak boyu, ten rengine yakın bir renkte üniforma benzeri fütüristik bir giysisi vardı. O beyazlıktan beklenmeyen bir sıcaklıktaki ifadesi, kat kat yuvarlak hatlı yüz çizgileri ile daha da çok gülümsemeyi andırıyordu. Hoş geldin... dedi, sesi zihnimde adeta bir vizyon gibiydi.

 

Hayatım boyunca görmediğim, ya da gördüğümü hatırlamadığım, bu varlığı bir ömürden çok daha uzun zamandır tanıdığımı o kadar iyi biliyordum ki... Bana elini uzattı sevgiyle, ben de uzandım ve tuttum. Aynı anda, tam da o güneşli yaz gününde duyduğum muhteşem çiçeklerin kokusu yeniden geldi burnuma.

 

Aslında zihnimdeki korkularla verdiğim savaşın içinden nasıl çıkabildiğimi, tüm korkuların nasıl da yersiz olduğunu, zihnimin bir oyunu olduğunu izledim, O'nun beni an be an izleyen gözlerinden... Tam da bu yüzden hoş bulmuştum belki de. 

 

Uyandım, yastığım sırılsıklam...

 

Başucumda bir demet hanımeli... 


1.8.24

Ciddiysen Görüşmeyelim

Şimdi neyiz biz sevgili okur? Hayır yani bir adını koyalım. Ben neyim senin için? Aramızdaki elektriği sen de fark etmiyor musun? Lütfen aileni al gel ya da bir sayfamı daha çevirmene izin veremem !!! 

Siz geliştirir, eklersiniz işte başka bir "ciddi değilsen görüşmeyelim" cümlesi daha, hiç şüphem yok. Nedir bu ciddiyet meselesi diye, üzerine eğilmek istiyorum tabi ki en haklı bulduğum kendimce. 

Öyle muhteşem yeminlere, büyük sözlere, imzalara, çeyiz setlerine, oturma odası takımlarına, hele hele burma bileziklere, tek taşlara filan ihtiyaç duyamadım hiç. Venüs'ün düşük herhalde diyenler oldu. Yok canım dimağım açık sadece. Birine güvenmek, nasıl diyorlar "kendime bağlamak" için elle tutulur hiç bir şeye ihtiyaç duymadım. Bir yol arkadaşına ihtiyaç duymamaktan değil ama mangal gibi yüreğim, daha da büyük inancım var kendime ve sevgime. Güven duymadığım hiçbir ortamda kendim olarak var olmadım ve kendim olamadığım yerlerde de ateş almaktan öteye kalamadım. 

Ciddiyet dediğiniz şey resmiyet değil mesela benim nazarımda. Ciddiyet demek olsa olsa saygı olur, anlayış olur. Ciddi ciddi seviyor denilemez kimse için; sevgi dediğin güzel olur, meşrebince olur, yanında ya da uzağında olur ama ilgili tüm tarafları bilir o sevginin gerçek olup olmadığını aslında. İnkar etse de bilir. Gerisi hırstır, sahip olma isteğidir, "bineceğim fıstığın üzerine vuracağım kırbacı"dır ! Bir sıpaya kıyamadığın kadar nasıl kıyıyorsun mesela sevdiğine? Sıpa sadece sıpa olduğu için sevimli gelip kabul görebiliyorken, hayatını paylaştığın insanı neden kabullenemiyor da kendine benzetmeye çalışıyorsun? 

Şunları yapmalı, bunları düşünmeli, öbürlerini illa ki hatırlamalı diyerek, sevginin yerine sevgi göstergesi olarak koyduğun metalar ile gerçekleri sümen altı etmediğine emin misin mesela? Artık alıştım görmezden geliyorum dersen mesela ya da bardağın dolu tarafı var ama ben bakmıyorum artık  diyerek üsttenci bir tavırla "sevdiğine" bakmadığına ve aslında bence kendini arşta görmediğine emin misin? Bak yine bir çuvaldız meselesi işte. Evet sen mükemmel dikiyorsun ama o iğne tutmayı bırak, senin iğneleri nereye koyduğunu bile bilmiyor, değil mi? Halbuki hep mavi iğneyle dikersin, halbuki salı günleri o gömleği ütülemesi gerektiğini öğrenemedi mi, değil mi? 

Bekara karı boşamak gibi berbat bir tabir var ya, öyle yaptığımı düşünenler olabilir. Tuzum kuru, istesem onu da yaparım ama biraz empati gösterip sonucunda doğruluğunu teyit etmek egomu daha çok tatmin ediyor be canım, öyle tercih ediyorum. 

Çorabınızın tekini kendiniz bulmanız, tek taşınızı çok lazımsa kendiniz almanız dileğiyle. 

Çuvaldız

Öyle her istediğine sahip olan, yeni alınan bir şeyi beğenmeyince bir kenara atabilen şımarık bir çocuk olarak büyümedim. Ya o ya bu, ya da zaten buna şu an paramız yetmezler ile büyütüldük biz. 80'lerde çocuk olan pek çoğumuz için gayet de doğal bir durumdu bu elbette. Ne varlık ne yokluk hissettirilmezdi bize. Varlığınla övünmek zaten çok ayıptı.

O yıllarda gösteriş kadar ayıp olan bir diğer şey ise insanların inancının ve politik görüşünün sorgulanmasıydı. Bu sebepledir belki, kimse de saklamazdı ama bilen ve tam karşısında duran bile ne yadırgar, ne yargılar, ne ayıplar ne de ötekileştirirdi. Bunu yazmak bile ayıp geliyor mesela; ailemizin içinde aileden yakın Ermeni, Rum, Laz, Kürt dostlar vardı. Bunun bu yaşımda bir ayrıcalık olabileceğini, o günlerde bastıbacak çelimsiz bir çocukken değil, yetişkin bile olsam tahmin edemezdim. 

Siyasetçilerin! yaptığı tüm hataları, ağızlarından çıkan toplumlara mâl eder hala geldik. Hristiyan arkadaşlarımızın yanında bir Ayet-el Kürsi oku çok iyi gelir diyebiliyoruz, onlar pazar günü bizi kiliseye çağırsa mavi ekran veriyoruz bunun karşısında. Çoğunluk olmak her zamankinden daha haklı çıkartıyor sanıyoruz dahil olduğumuz topluluğu. Hep beraber yanlış dersek hiç doğru olmamış oluyor eleştirdiğimiz. Sonra internette romantik hikayeler paylaşıyoruz, kurtarılan tek bir deniz yıldızı üzerinden... 

Öyle iki yüzlü ve riyâkarız ki; hem de içinde bulunduğumuz tüm ilişkilerde. İri iri konuşuyoruz; şunu demeli, bunu yapmalı, onu almalı, öbürünü acilen bırakmalı. Bu ilişki doğru, diğeri çok yanlış... O buna yakışıyor, diğeri öyle çirkin ki bu kadın bu adamla ne yapıyor.... Bu liste uzaaarrr gider. 

Midem bulanıyor sevgili okur. Alıştım, çok şey gördüm, izledim, derim kalınlaştı desem de; içim almıyor. Bozuk yumurta kokuyor bu sohbetler. Utanıyorum gerçekten. Bu sözleri söyleyenden ziyade, bu kokuşmuş iki yüzlülükten midem bulanıyor. İstifra etmeye geç kaldığımda da o esnada artık karşımda kim varsa alıyor nasibini. Döküyorum üzerine de sirkeli karbonatlı buz gibi bir kova su, misss... !

Senin gözünde iki yanlış, iki yalnız da olabilir mesela. Sen görmüyorsun diye orada yaşanan gerçek dışı olmak zorunda değil ki. O çuvaldızı zaten başkasına batırıyoruz da iğneyi de sinsice bir diğerinin koltuğuna bırakıyoruz artık. Yeter ki bizim canımız yanmasın da, onlara dokunan yılan dilimiz bin yaşasın. 

Medusa'dan selamlar...!

Venüsler Marslar

Astroloji derslerine başlayalı yaklaşık üç ay olmuş. Hiç de mütevazi olmayan ama tatlı egosunu sevdiğim lazoğlu hocamdan da pek memnunum, çok şükür ve fekat konumuz astroloji değil canım ciğerim.

Dünya genelinde literatüre de girmiş bir biçimde bu gezegenler dişileri ve erilleri temsil ediyor. Karşı cinsi simgeleyen ve her yerde karşımıza çıkan bu sembollerin tüm hayatımızı derinden etkilediği gerçeği bir yana, tuvalet kapılarına çeşitli biçimlerde nakşedilmesi meselesi de var tabii. Bu durum, ister istemez akla iç bayıltıcı kesif kokuları da getiriyor. Kapısı kapalı ve yan yana iki odada teşaşür bile eyleyememek, aslında medeniyetten ne kadar uzakta olduğumuzun, belki de hâlâ mağaralarımızda yaşadığımızın bir göstergesi olabilir! 

Kadınlar her zaman dikizlendiklerine inanacak kadar güvensiz hissederken, erkekler de ya sapık damgası yemekten ya da gözüyle ölçenlere rastlamaktan endişe duyuyor. Tabi bu tipler aramızda oksijen tüketmiyor demiyorum, israf bile ediyorlar! 

Derdim bu tipler ya da illa aynı yüz numarayı kullanmak değil elbette. Hayatın her noktasında her şeyi kadın ve erkek cinsine indirgeyen, hayatı cinsiyetiyle yaşayanlar. Yok arkadaş! Herkesin cinsiyeti yok işte! Arkadaşların, dostların, hayvanların ve dahi renklerin cinsiyeti yok. Bunların hepsi senin örümcek bağlamış zihninin kahpe bir oyunu. 

Tamam yaşadığımız toplumun örf ve adetleri, gelenekleri var. Tamam bu gelenekler de genellikle kız çocukları harcanmasın diye yazılıp çizilmiş vaktiyle; başımla beraber... Ancak ben ya da ailem bu şekilde yetiştirilmediysek, on kız arkadaşın olacağına güvenecek bir erkek arkadaşın olsun düsturu ile büyütüldüysem, din dil ırk cinsiyet ayrımıyla değil iyi ve kötü insanın farkıyla eğitildiysem bu da benim suçum değil. Ben seni anlıyorsam sen de azıcık zorla zekanı pes etme n'olur! 

Bu da hep erkek arkadaşlarıyla takılıyor deme. İstisna olarak gönlümü fetheden birkaç kadın arkadaşım dışında hemcinslerimin prime time reklam saati tadındaki sohbetleri benim ruhumu sarıp sarmalamıyor diye, bizden değilse kesin aganigi naganigi deme. Gerçekten bak güzel kardeşim, bak kardeşim diyorum hala, yapma etme eyleme. Sonra çok aydınım, şöyle eğitimliyim, şuralarda gezdim tozdum dünya gördük be! deme. Deme çünkü komik oluyorsun. Herkesin içinde açmaya ar edeceğim neticemle gülüyorum sana. 

Kadın olduğum kadar düz de bir insanım ben. Ne demek istiyorsam onu diyorum diplomatik zorunluluklar olmadıkça. Bile bile kırmıyorum seni mesela, acı gerçekleri duyman gerekiyorsa söylüyorum yüzüne yüzüne. Saçlarının rengi çok mu nataşa olmuş mesela, orada basıyorum yalanı ya da hiiiç açmıyorum ağzımı, e çünkü hızlıca değiştirebileceğin bir şey değil, neden takılsın kafana değil mi... İşte bu yüzden çok çok seviyorum senin karşı cins dediğin neutrum arkadaşlarımı ve güvenilir bulduklarımla paylaşıyorum sana yazmak istemediklerimi. İki kişi arasında cinsiyet gözetmeyince öyle güzel dinliyor ki insan birbirini, o tüten dumanı anlayamazsın! Daha da anlamadıysan bkz arama motoru. 

Buraya kadar çok da yapıcı yazmaya çalıştım, dilini yumuşatmalısın diyen okurlarım için ancak şimdi tanıyorsunuz da beni; birisi bir şey yapma dediğinde o teli geriyor bende. İlla yapacağım, aklım fikrim orada kalıyor. Yasak deme mesela, illa ki elleyeceğim. Koç burcuyum şeyciim olur öyle, sığ nefeslere gelemem hiç! Ez cümle, senin beni yargıladığın şey ile gelirim üstüne, bodoslama dalarım yeri zamanı uygunsa. Değilse de gözünün içine bakar susar, güler, dalgamı geçer kıçımı döner giderim. Ohh bir rahatlama geldi şimdi. 

Elim çarptı çok pardon cnm acıdı mı.


Kırmızı...!

Aslında minnoş egomun canı az biraz "ben kimim" bölümü istiyor. Tanrılar kurban istiyor! gibi oldu ama yani neyse ne.

Son olarak 14 yıldır uzağında kaldığım Kadıköy'ümlü olduğumdan bahsetmiştim. Gururla taşıyorum bu armayı. Arma demişken canım babamın ısrar ve çabalarına rağmen Fenerli değil Gassaraylı olduğumu belirtmekten de pek hoşlanırım zira hayattaki ilk çınkıntı olma anılarımdan biridir. Tabi ki bana dayatılanı değil tam aksi yönde ne varsa onu seçecektim ve böbürlenerek yıllarca anlatacaktım. Koç burcuyum ben, ki bundan yer yer ve ısrarla bahsedeceğim zira inadımı da bir övünç kabul edebilirim, sarı ve kırmızı daha kana yakın geldi herhalde ondan olsa gerek. 
* Sesli kitap olsa tam buraya mangala atılan et cossslaması eklemek de isterdim. 

Şimdi hiç ayak yapmayayım. Kana ve inada düşkünlüğüm hayatımı kolaylaştırdı demeyeyim. Aslında çok daha havalı olabilirdi ama yalanı bıraktım be sevgili okur, oldu birkaç sene. Öncesinde konuştuklarımı şimdi düşün dur kafanda, ulaannn yoksa bu.... diyerek. Hayal gücünün derinliğine ve septikliğine sağlık, bana sorsan karşında pis pis sırıtırım cevap vermeden ki çatla meraktan, kesin daha da çok sırıtır eğlenirim. 

Hayatı ciddiye almadığım düşünülür genellikle ve karşıma çıkana tosladığıma inanılır. Siz yine böyle bilin, iç dış yıkamaya getirmedim kendimi. Paspasları serdim biraz güneş görsün, kalıcı değilim. Şu kadarını söyleyebilirim; hayat ciddiye almak için fazla ciddi zaten. Onunla da inatlaşmazsam tadı çıkmaz gibi geliyor. E haliyle kaybettiğim de oluyor bu inatlaşmayı mamafih biliyorsunuz kuyruğum dik, afrodit gibi takılıyorum. 

Hadi itiraf edeyim çok da hoşuma gidiyor bu durum, seçici geçirgenlik yani. Sayılı insanla sınırsız macera peşindeyim. Modum ülke ekonomisi gibi dalgalı görünse bile o çemberin içinde ben hep çok mutluyum mesela. Göremiyorsan bu ayki ayine yine davetli değilsin be tatlım! 

Yeniay'lı günler dilerim.