8.12.24

Hatırla

Sonbaharın soğuk günlerinden biriydi. Esen kuvvetli rüzgârın eşliğinde mahalleyi donatan meşe, çınar ve ıhlamur ağaçları sarı kızıl yapraklarıyla vedalaşıyordu. Sokaklarda telaşlı yürüyen insanların her zaman olduğu gibi bir bahanesi vardı. Kimi mevsime göre ince kaçan montlarıyla üşüyor, kiminin yetişeceği bir yer var, kimisi ise cumartesi öğleden sonra oynanan şehir takımının futbol maçı bittiği için trafik keşmekeşinden hızla uzaklaşma amacıyla ilerliyordu.

Mahallede daha önce de bir kez ziyaret ettiğim bir kitap kafe vardı. Evde vize sorunu yaşadığım günlerden birinde burayı hatırladığım çok iyi oldu. İsmini unutmama mana bulurcasına ismi de Hatırla idi. Bana ismi dışında neler hatırlattı, günün sonunda ya da yarın sabah uyandığımda fark edeceğimden şüphem yok.

Mahallenin güzel, geniş, 80'lerden kalma apartmanlarından birinin altında, çam ve ladin ağaçları ile süslenmiş çimden bir bahçe içinde bulunan bu kafenin boydan boya ve yerden tavana uzanan penceresinden dışarıya bakan koltuklardan birine kuruldum. Elimde yazdığım, mamafih halen yayınlanmasını beklediğim kitabımın prova baskısının yanı sıra bir de arka kapağını kendi seslendiren en sevdiğim öykü yazarının son kitabı ile bu fırtınalı ve soğuk sonbahar gününde yazın erken gelebilme ihtimalini* değerlendiriyorum camdan dışarı bakarken.

Müşterisi olduğum bu kafede, kafe sahibi hanımefendi ve ben, arada bu garip sessizliği bozacak cılız ve kısa sohbetler etsek de genel bir sükûnet hâkim ortama. Kafenin ben geldiğimden bu yana iki misafiri daha oldu. İki kız arkadaş, birer Türk kahvesi eşliğinde sohbetlerini edip yanımızdan ayrılalı iki saat kadar oluyor. Misafirliğe gelip kalkmak bilmeyen densizler gibi hissetmemek için belli aralıklarla içecek bir şeyler sipariş ediyorum.

Bir yandan kitap okuyan ve bilgisayarı şarj oldukça yazılarına devam eden benim için çok da şahane bir ortam aslına bakarsanız. Bu kafe sadece birkaç ay önce yan apartmanın altından şu anki yerine taşınırken mobilyaları da değişmiş ve içerideki klima sıcağı ile taze ahşap mobilyalar bir araya gelince, içeriye şömine ya da odun sobası yanarmışçasına bir koku sinmiş. Bu, çok derin solursan genzini yakacağını düşündüren koku, böylesi bir mevsimde sıcaklık veriyor içime. Bir türlü bırakamadığım şu sigarayı içmek için dışarı çıkıp her içeri girişimde aldığım ilk nefeste mutluluk veriyor. Ev gibi kokuyor. Ev böyle kokmalı diyorum ya da.

Ev meselesi için ayrı bir yazı kaleme almalı diyorum şu anda. Uzun mevzu bu...

Bir ara kafenin sahibi hemen geliyorum diyerek dışarı çıktı. Birkaç dakika sonra geri döndüğünde ise ben markete gidip geleyim, siz rahatınıza bakın diyerek daha uzun bir süre daha bu sessizlikle beni baş başa bıraktı. Güvenilir görünüyorum herhalde, diye düşündüm bu esnada. Yoksa ilk kez gördüğü bana, neden canının yongasını emanet etsindi ki, değil mi? Ne zaman döner bilmeden oturdum ve kitabımı okumaya devam ettim, bu kez üzerime bir de sorumluluk yüklenerek. Gelen bir müşteri olursa ben de müşteriyim, sahibi hemen gelecek, siz rahatınıza bakın falan diyeceğim. Çok hazırım buna, bekliyorum gelecek olanları. Hatta kapıya çıkıp hava çok soğuk, gelin bir çayımızı için diye insanları yollarından çeviresim var. Birkaç dakikalığına da olsa buralar benim sorumluluğumda ne de olsa! Görev bilinci ile tuvalete bile gitmiyorum!

Zaten ne olabilir ki, yani nasıl bir terslik olabilir ki beni burada kafesi ile baş başa bırakmakta? Belki bir çay doldururum kendime fazladan ya da duvar boyu dizili kütüphaneden bir kitap yürütürüm belki. Kalkıp hesabı ödemeden kaçarım desek, gidemem de gidecek yerim de yok şu anda. Arkadaşlar yine en lazım oldukları gün yok oldular. Bu konuyu biraz irdelemem lazım. Ya hepsi kendi gerçekliklerinden kaçmak üzere fazlasıyla çalışıyorlar ya da daha fenası benden kaçıyorlar. Hayır yani, görüldüğü üzere çok da güvenilir bir insanım aslında. İlk tanışıldığı gün kafe emanet edilecek kadar!

 

* Yekta Kopan – Belki Yaz Erken Gelir


Yıldızlı Gece

Bir ilkbahar sabahı, adıyla müsemma Çiçekli Huzurevi’nin bahçesi… Güneş, ılık ışıklarıyla çiy damlalarını okşuyor, bahçedeki rengarenk çiçeklerin üzerinde küçük gökkuşakları yaratıyordu. Zarif akçaağaçlar ve ıhlamur ağaçları, taze yapraklarıyla bahar rüzgarında nazlı nazlı dans ederken, bahçenin her köşesine serpiştirilmiş lavantalar ve güller, havayı tatlı bir kokuyla dolduruyordu. Taş döşeli patikalar, bakımlı çimenler arasından kıvrılarak ilerliyor, yer yer ahşap banklar ve küçük oturma alanları misafirlerini ağırlıyordu. Kuşların neşeli cıvıltıları ve uzaktan gelen hafif müzik sesi, huzur dolu atmosferi tamamlıyordu. Bahçenin bir köşesinde küçük bir havuz, içindeki nilüferler ve süs balıklarıyla sakinlerine huzur verirken, çevresindeki beyaz güller ve mor salkımlar görsel bir şölen sunuyordu. Çiçekli Huzurevi'nin beyaz boyalı, iki katlı zarif binası, yeşillikler arasında adeta bir masal köşkü gibi yükseliyordu.

Yıldız'ın ince parmaklarında tuttuğu fotoğraflar, torunlarının gülümseyen yüzlerini yansıtıyordu. Dalgalı gümüş rengi saçları omuzlarına dökülen, bal rengi gözleri hala gençliğindeki gibi ışıl ışıl parlayan bu zarif kadın, elindeki fotoğraflara bakarken ara sıra dudaklarında beliren tatlı tebessümle mutluluğunu ele veriyordu. Yüzündeki çiller ve yaşının getirdiği narin kırışıklıklar, ona ayrı bir karakter katıyor, düzgün duruşu ve zarifçe oturuşu ise geçmiş yılların asaletini yansıtıyordu. Lacivert eteği ve krem rengi beyaz iş bluzuyla, adeta bir tablo gibi bahçedeki bankta oturmuş, elindeki her bir fotoğrafı özenle inceliyordu.

Hafifçe esen sabah rüzgarı, Yıldız'ın saçlarında altın rengi menevişler yaratırken, Gece birkaç adım gerisinde durmuş onu izliyordu. Bahar sabahının taze nemi havada asılı kalmış, çiçeklerin kokusuyla karışarak etrafı sarmıştı. Güneş ışınları, ağaçların yaprakları arasından süzülüp Yıldız'ın gümüşi saçlarında dans ederken, uzaktan gelen kuş sesleri bu tabloya eşlik ediyordu.

Otuz yıl önce de böyle bir ilkbahar gününde, ofis binasının önündeki parkta, rüzgarda savrulan kestane rengi saçlarının kokusunu içine çekmişti. Aradan geçen onca zamana rağmen, o günün her detayı zihninde taptazeydi: Yıldız'ın üzerindeki açık mavi elbise, bankta duran kahve bardağının rüzgarda uçarak üzerine dökülmesi, aynı rüzgarın dağıttığı saçlarını telaşla toparlamaya çalışması hala zihninde dün gibi tazeydi. Kendi beceriksizliğine gülerken dudaklarında beliren o masum tebessüm, Gece'nin kalbini yerinden oynatmıştı. O günden bu yana Yıldız'ın her hareketi onu derinden etkiliyordu.

Gece'nin her zamanki heybetli duruşu, geniş omuzları ve uzun boyu, yaşına rağmen hala dikkat çekiciydi. Koyu siyah saçları beyaza dönmüş olsa da, keskin yüz hatları ve derin bakışlı kahverengi gözlerindeki etkileyici ifade hiç değişmemişti. Yürürken bile her adımında belli olan o kendine has asaleti, şimdi bastonuna yaslanırken bile hiç eksilmemişti. Yaşının getirdiği ağırbaşlılık ve bilgelik, yüzündeki derin çizgilerde kendini gösteriyordu. Gözlerinin etrafındaki kırışıklıklar, yıllar boyunca paylaştığı kahkahaların, yaşadığı sevinçlerin ve kimi zaman da hüzünlerin izlerini taşıyordu. Zaman, onun üzerinden sanki farklı akmış, olgunluğun ve yaşanmışlığın her halini daha da çekici kılmasına izin vermişti.

Gece, bahar güneşinin nazik dokunuşları altında, yeşeren ağaçların arasından süzülen ışığın Yıldız'ın saçlarından geçişini izlerken, geçen onca yıla rağmen içindeki o tanıdık heyecanı hissetti. Sanki zaman durmuş, sanki hala ilk günkü gibi kalbi farklı bir ritimle çarpıyordu.

"Bu kadar yıl sonra hala aynı şekilde gülüyorsun Yıldız," dedi arkasından gelen ses. Gece'nin sesi.

Yıldız'ın kalbi bir an için durur gibi oldu. O ses... Otuz yıl geçmesine rağmen, hala aynı etkiyi yaratıyordu üzerinde. Parmak uçlarına yayılan hafif bir titreme, boğazında düğümlenen kelimeler ve göğsünün içinde çırpınan bir kuş... Gençliğindeki gibi değildi belki bu heyecan; daha olgun, daha derin, daha anlamlıydı. Yılların getirdiği her anı, her pişmanlık ve her gülümseme, o kısacık anda zihninden geçti. Dönmeden önce, sadece bir saniye duraksadı; sanki o anı biraz daha uzatmak, o sesi biraz daha içinde tutmak ister gibiydi.

"Sen de hala arkamdan sessizce yaklaşıyorsun," dedi Yıldız, yüzünde o bildik gülümsemeyle. İkisi de güldü, tıpkı onlarca yıl önce gizlice paylaştıkları kahkahalar gibi.

Gece, Yıldız'ın yanına oturdu. Aralarında yine o tanıdık sessizlik... İkisi de biliyordu ki, bu sessizlik rastgele bir sessizlik değildi. Yılların, yaşanmışlıkların, paylaşılmış ve paylaşılamamış tüm anıların ağırlığını taşıyan, ama aynı zamanda hafifliğini de içinde barındıran özel bir andı. Konuşmadan anlaşabilme yeteneklerini hiç kaybetmemişlerdi. Yıldız eşini kaybedeli on üç yıl olmuştu, Gece'nin savrulup durduğu onca kadın ise artık çok uzakta kalmıştı. Şimdi ikisi de oradaydı, ama artık çok mu geçti? Yıldız heyecanını saklamakta bir genç kız beceriksizliğinde bakıyordu Gece’nin yüzüne.

Sessizliği bozan Gece oldu.

"Ah, bir de şu martı olayı vardı!" diye güldü, gözlerinde neşeli bir ışıltıyla. "O gün parkta oturmuş, yine o hafta neler yaşadığımızı konuşuyorduk..."

"Evet," diye kahkahalarla karşılık verdi Yıldız, "tam da en duygusal yerinde, martının biri gelip ceketinin üzerine hediyesini bırakmıştı! Ben de..."

"Sen de gülmekten kendini yere atmıştım!" diye devam etti Gece, gözlerinden yaşlar gelerek. "Ben orada öylece kalakalmış, ceketime bakarken, sen çantandan çıkardığın mendillerle beni temizlemeye çalışıyordun. Ama gülmekten elin ayağın birbirine dolaşıyordu."

"Ve tam 'Bak, böyle temizlenir,' diye ukalalık yaparken, ikinci martı da senin suratının tam ortasına nişan aldı!" dedi Gece, kahkahasını tutamayarak. "O an donup kalmıştın, gözlerin kocaman açılmış..."

"O gün parkta herkes bize bakıyordu," diye hatırladı Gece. "İki olgun insan, martıların gazabına uğramış, kahkahalarla gülüyor... Sanki iki çocuk gibiydik."

Yıldız iç çekti. "Bazen düşünüyorum da, belki de..." "Biliyorum," dedi Gece, onun elini avucunun içine alarak. "Ben de düşünüyorum. Ama biz masalımızı en güzel şekilde yaşadık, değil mi? Kimseyi incitmeden, kimsenin kalbini kırmadan..."

"Ve şimdi burada, yine karşı karşıyayız, bu kez hayat bize karşılık veriyor sanki" dedi Yıldız, gözlerinde yaşlarla karışık bir gülümsemeyle. "Belki bu son karşılaşmamız olacak, kim bilir? Ama içimde öyle bir his var ki..."

Gece'nin gözleri de dolmuştu. Yıldız'ın elini biraz daha sıkı tuttu. "Biliyor musun," dedi titrek bir sesle, "ben de hep bunu düşündüm. Her gece gökyüzüne baktığımda, yıldızların parlaması gibi, sen de hep içimde öyle parlak kaldın."

"Ve sen de benim gecemdin," diye fısıldadı Yıldız. "Karanlık değil, huzur veren, güven veren, sırlarla dolu bir gece... Keşke o zamanlar..."

"Şşş," dedi Gece, parmağını nazikçe dudaklarına götürerek. "Pişmanlıklar için çok geç artık. Biz hikayemizi en doğru şekilde yaşadık. Başkalarının mutluluğunu düşündük, fedakarlık yaptık. Belki de bu yüzden şimdi burada, bu yaşta bile hala hayat bize bu şansı veriyor."

Yıldız başını usulca Gece'nin omzuna yasladı. İkisi de biliyordu ki, bazı sevgiler zamana yenik düşmek için fazla değerliydi. Onlarınki de öyleydi işte; yılların tozuyla değil, anıların pırıltısıyla parlayan, nadide bir mücevher gibiydi.

….

Gece her gün, aynı saatte, aynı bankta oturan Yıldız'ı görmeye geliyordu. Hemen her seferinde Yıldız ona ilk kez görüyormuş gibi şaşkın bir mutlulukla bakıyor, aynı heyecanı yaşıyor, aynı anıları yeniden keşfediyordu. Demans, Yıldız'ın hafızasını silmiş olsa da, kalbi hala aynı ritimle atıyordu Gece'yi gördüğünde.

On üç yıldır her gün aynı sahneyi oynuyorlardı. Gece için bu hem tatlı hem acı veren bir rutindi. Her gün, Yıldız'ın gözlerindeki o ilk tanışma parıltısını görmek, onun için hem bir hediye hem de derin bir yaraydı. Ama Yıldız'ın mutluluğunu bozmamak için, her seferinde sanki ilk kez karşılaşıyorlarmış gibi davranıyordu.

Sevdiği kadının yanında olup onu mutlu edebilmek için bu döngü içinde her gün aynı hikayeyi yeniden anlatmak da sevdaya dahildi. Gece için Yıldız, her gün yeniden keşfedilen bir hazineydi ve bu keşif, sonsuza kadar sürecekti, bir gece gökyüzünde buluşana dek.

"Belki de bu bizim en güzel hikayemiz," diye düşünüyordu Gece. "Her gün yeniden başlayan, her gün ilk kez yaşanan bir aşk..." Yıldız'ın hastalığı, onların aşkını zamansız bir masala dönüştürmüştü.