27.8.24

Parçalarım

Hayır canım, saldırı mahiyetinde değil! Onlar benim kendi has öz parçalarım. Her biri başka yerlere dağılan, gömülen, kimisi benden koparılıp götürülen ve geri getirmeye tenezzül bile edilmeyen... ama hepsi benim, bana ait. 

Şimdi baktığınızda dimdik ayaktayım, öyleyim de gerçekten, çok şükür ama her günü de bir bilmemek gerek. Saçlar, kıyafetler, yeri gelince savaş boyaları, en topuklu ayakkabılar... Estire estire de gezerim assolistler gibi. Çok da severim hakim bir tepeden, yükseklerden hava durumu takip etmeyi. Serin serin! Peki aslım, gerçeğim bu mu diyecek olursanız, kimin öyle ki? Yani umarım kimsenin en doğal! hali böyle değildir en azından. Ev hali diye bir şey var mesela, dizi çıkmış pijamalar, üstünden kaçan tişörtler, elbette pek sevgili sütyensizlik ve paçaların içine sokulduğu çoraplar ve olmazsa olmaz tepede bir topuz! yani saçı olanlarımız için geçerli bir opsiyon tabi bu. Öyle TV dizilerindeki gibi yürümüyor işler. Makyajla uyanmıyorum mesela, saçlarım elektrik çarpmış gibi oluyor, ağzım yüzüm yamuluyor, yastıklarla hemhâl oluyorum. 

İşte özellikle de akşamları işten eve gelip de bu şekle şemâle girdikten ve biraz aile saadeti tattıktan sonra kendi köşeme çekildiğimde, arada bir de olsa ben de düşünüyorum, şöyle bir bakıyorum nerelerde ne parçalar bırakmışım diye. Kimi çocukluğumu en güzel biçimde yaşadığım Moda'da, kimi henüz bir kasabayken Marmaris'in sazlıklarında, kimi bir günlüğün gizlice okunmuş sayfalarında, kimi Büyükada'da ahşap bir evinin dalgalı kıyılarında, kimi Beşiktaş'ta bir öğrenci evinde ya da bir apartmanın en üst katının geniş terasında, kimi şehirlerarası bir yolda, kimisi ise bir ıhlamur ya da kiraz ağacının dibinde... Bazıları ise yeniden benimle, yapıştırıldıkları yerde öylece duruyorlar. Artık üzerimde taşıyamadıklarımın yerlerini ise ruhum biliyor, hatta hissediyor hala.. 

Her bir kırılıp da dökülen parça için sil baştan başladım bu hayata. Her defasında daha yorgun hissettim önceleri ama sonra daha dingin, daha olgun ama daha suskun ve mutlaka daha güçlü olarak geri dönmeyi de bildim. Hiç mütevazı olamayacağım bu hususta.

Siz beni gülerken, güldürürken, yerli yersiz şakalar yaparken, sataşmalara doyamazken görürsünüz genellikle. Ya ne olacaktı? Her birinin ardından kahrolup yerin dibine mi girecektim? Gülmek yapıştırır! Hem öyle güzel yapıştırır ki, kahkaha atarken, eğer bakmak istemiyorsanız sizi güldürenlerin ek yerlerini göremezsiniz. Gerek de yok zaten. Öyle ulu orta gösterilmez yaralar. Defalarca söyledim bak, dik tutacaksın kuyruğu. 

Hoş böyle olunca da gamsız, tasasız, vurdumduymaz, goygoycu sayılıyorsun; gerçekten bir derdin olduğunda yüzüne bakıp ciddiye alan da pek bulunmuyor, ama olsun. Biz kediler kendi yaralarımızı kendimiz yalar iyileştiririz. Aptal değiliz, sadece görmek istemediğimiz yere bakmıyoruz!

Altını çizmek isterim ki bu bir melankoli yazısı değildir! Geçmişe o tarz bir özlem içinde değilim. Yaşadığım her şeye ve vesile olan herkese minnet duymasam da, anlıyorum artık. Hep anladığımı söylerdim ama artık durum farklı. Verdiğim her kararda, cevapta, yanıtın nereden geldiğini de görebiliyorum. Adeta lisede bir deneme sınavına girmişim de, artık cevap anahtarı ve hatta çözüm yolları elime verilmiş gibi ki; bak lise yıllarımı neredeyse hiiiiç hatırlamıyorum. 

Evet canımın içi okur, ben de unutuyorum aslında bazı şeyleri, hatta bazı yılları ve çoğunlukla da acıları. Canımı sıkmış olsun yeter, nasıl unutulduğunu kendisi bile anlamaz o anıların. Mutlu eden, huzur veren, içimi titreten her bir an ise hafızama nakşediliyor itinayla. Sherlock'un hafıza sarayını hatırlasın bilenler. Evet, belki her oda dolu ama hangisine girilebileceği, hangisini en alt katlara kilitleyebileceğim gücü ise yalnızca benim ellerimde. 

Anahtarlar paspasın altında da değil, hiç arama boş yere. 

Hiç yorum yok: