İnsan evini
nerede görse tanıyor. Henüz ona sahip olmasa bile. Hayalini kurduğu evi tanımaz
mı insan?
En çok da
huzur bulacağı, güvende hissedeceği evi tanıyor. Sabahın ilk ışıkları kadar,
gecenin en derin karanlığında bile içinde kalmak isteyeceğini, kendini tanımladığını ve tamamladığını ve bu hislerle daha iyi bir versiyonuna dönüşeceğini, daha ilk
adım atışında tek bir teneffüs ile anlıyor.
Bazen
bambaşka şeyler konuşurken düşlüyorum o evi. Bilmez ki kimse; koridorlarında
geziyorum, eski çok eski bir tanıdığı özlem ve gururla izler gibi izliyorum
odalarının kapısına dayanıp içerideki tüm detayları. Mutfağı mesela, günün ilk
ışıklarında taze demlenmiş çay kokuyor. Salon desen öğleden önce, bahçedeki
yaşını almış bilge ağaçların dallarının ve yapraklarının arasından güneşten
nasibini almış. Yatak odası desen akşamları, yeni ütülenmiş bir nevresim gibi
sakin ve sıcacık sarmalıyor beni.
Sanki
birinin evine ilk kez gitmişim ama yine de salonda kıvrılıp yatıya kalmak ister
bir duygu var içimde. Belki daha ev sahibi bile farkında değil ama oralıyım ben
çok belli. Zaten hep oralıymışım da ancak hatırlamışım gibi. Mahalle bakkalı
adımı bilirmiş, taksi durağı sesimden tanırmış gibi oralıyım.
Sorsan
duvarlardaki tüm çizgilere, belki banyo fayansındaki çatlağa, contası gevşemiş
musluğa, o parkenin altına sıkıştırdığım mektuplara da hakimim. İçimde, çok iyi
bildiğim bir şeyi paylaşmaya bile ihtiyaç duymayan o kendinden emin sakinlik
ile bekliyorum. Evet, vaktini bekliyorum. Mutfaktan sızan sıcak bergamot kokusu
ile kedi gibi uyanacağım sabahları bekliyorum.
Günaydın
evim...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder