Bir evlat
kaybetmekten daha kötü bir şey olamaz der herkes. Çok sevdiği kedisi ellerinde
son nefesini vermiş olan biri olarak bunun acısını bile tarif edemezken, değil
anlamak, tahayyül etmek bile istemem böyle bir gerçeği. Eminim haklılardır.
Umarım kimse anlamak zorunda kalmaz böyle bir duygunun neye benzediğini.
Bakmayın böyle tatsız bir konuyla başladığıma, böyle devam etmeyecek.
Moda’daki
evlerinden, dostlarından, rengarenk sofralarından, yaşadıkları hayattan çok
uzaklara gitmeye karar veren, bugün pek rahmetli olan canımın içi anneannem ve
dedem; 1983-84 yıllarında Marmaris’e yerleşme kararı almışlar, tam da böyle bir
deneyimin ardından. Ben bebek sayılacak yaşlarda olduğum için bu detayları uzun
yıllar geçtikten sonra öğrendim. Gerçekten ne yaşamış, ne hissetmiş
olabileceklerini tahmin edebilmem ise daha ileriki yıllara dayanır.
Pek mutlu, güler
yüzlü hatırladığım, ki bugün bile gülümseyen yüzümü o günlere borçlu
olduğumu düşünürüm, çocukluk anılarımın en renkli zamanları, ya benim
de büyüdüğüm Moda sokaklarında koştururken yara bere içinde kaldığım ya da
anneanne ve dedemin yanına Marmaris’e gidip tüm yazı birlikte geçirdiğimiz o
günlerdir.
Anneannem bir küçük
Kraliçe Elizabeth olup -mavi kan değil, fiziksel ve asaleten benzerlik -,
mutfakta, dikişte ve insan sevgisinde kendisine beş basacağından şüphem yoktu.
Kıvrak zekası ve el becerileri ile tahminen bu hayattaki ilk on iki, on üç yılımızın hot
couture tasarımcısı ve uygulayıcısıydı, elbette annemle birlikte.
Dedem ise… Dedem bence dünyanın en eğlenceli insanıydı. Arada anneannemi
çileden çıkaracak şakalar da yapsa, koç burcu gerçekleri, sanırım benim
en eğlenceli, en iyi yaz tatili arkadaşım oldu her zaman. Öncelikle hala çok
sevdiğim Pembe Panter melodisinin evin kapı zili olduğu gerçeği dedeciğimin
eseriydi mesela. Sevdiği ama kendisini kızdıran herkese bok herif diye
seslenir, kişiye özel sataşmalar da yapardı. Sabahları erkenden kalkar, hala
yeni ütülenmiş çarşaf gibi pürüzsüz saatlerinde, evin az ilerisindeki sahile, yüzmeye
giderdi. Çok üzülürdüm onu kaçırırsam, o yüzden sabaha karşı tuvalete filan
kalkarsam uyumamak için çok direnirdim, bir çocuk ne kadar direnebilirse.
Başarabildiğim günlerde ise mutlaka alırdı beni de yanına, şimdi bile gözümün
önünde nasıl da uzaklara doğru ip gibi bir çizgi üzerinde yüzüp geri döndüğü.
Bir de mobileti vardı Peugeot, kara kaçan gibi bir şey. Henüz Atom Karınca
boyutlarında olan beni önüne oturtur, belime sarılır, Marmaris’in henüz kasaba
olduğu o günlerde tanıdığı tüm esnafı gezerdi benimle. Belki de hala bu yüzden çok
sever ve sahiplenirim mahallede yaşamayı ve esnaf kültürünü; evimde hissettirir
bana. Arada da dönemin kanlı ve acı geçmişiyle sürgün yiyerek ideallerinden
vazgeçmek zorunda kalan, adı kısa kendisi dev, kalbi ise pamuk gibi emekli öğretmen
arkadaşının yanına götürürdü. Yalancı Boğaz’da kendi yatlarını yapardı ve
bayılırdım o kerestelerin içinde kokularını genzime çekerek dolaşıp
oynamaya. Şimdi bunu yazarken yüzümdeki tebessümü fark ettim de iyi ki
varsın be okur! Bu güzel anıları hatırlamama ve yaşatmama vesile olduğun için.
Yine sıcak bir yaz
günü, evin yine maceradan macera beğenip yaşadığım bahçesinde, Marmaris'in o
kendine has kokusunu içime çekerken, sanki bambaşka bir dünyaya ışınlanmış
gibiydim. Zaten bence her çocuk kendi kendine oynarken paralel bir evrene
ışınlanır. Bugün düşününce aynen böyle hissediyorum o günler hakkında.
Bahçeye girer
girmez, horozların gururlu ötüşleri ve yöreye özgü ağaçların hışırtıları beni
karşıladı. Annemin bana giydirdiği çiçekli şortu görünce, arıların beni hedef
tahtası olarak seçeceğini de her yeni sokuluşa kadar unuturdum, çok da umurumda
değildi. Çünkü burada, bu derme çatma ama sıcacık yuvada, dünyanın en mutlu
çocuğuydum ben.
Bahçenin bir
köşesinde duran emme basma tulumba, benim için adeta bir oyun parkıydı.
Üzerindeki salkım söğüt ağacının gölgesinde, kurbağalarla arkadaşlık kurmayı
öğrenmiştim. Bazen onlara öyle dalmış oluyordum ki, birkaçının bacaklarıma
tırmandığını bile fark etmiyordum. O kaygan soğuk derileri, yaz sıcağında iyi
bile geliyordu itiraf etmek gerekirse.
Bahçede geçirdiğim
zamanlar, benim için adeta bir keşif, bir serüvendi. Topraktan çıkardığım
solucanlarla sohbet eder, çamurdan ve asma yapraklarından harika yemekler
pişirirdim. Ara sıra kendini gösteren kaplumbağa dostum, en iyi dinleyicimdi. Ona
anlattığım hikayeleri sabırla dinler, ara sıra kafasını sallayarak onayladığını
düşünürdüm. Gevezeliklerimden sıkılsa da kaçması oldukça zaman alıyordu zaten. Okaliptüs
ağacının ise yeri bende başkaydı, o keskin kokuyu hala çok severim. Her ne
kadar çitin dışındaki zakkumların arasında fazla samimi pozlar verse de gönlü
bendeydi bilirdim.
Çekirgeler ise
bahçenin en hareketli sakinleriydi. Onları yakalamaya çalışırken, aslında
özgürlüğün ve hayatın ne kadar değerli olduğunu öğreniyordum. Her
sıçrayışlarında sanki bana "Hayat kısa, eğlen coş!" der gibiydiler.
Henüz kendi evlerine
geçmemiş, kirada oturdukları Sarıalan Mahallesi’ndeki evin arazi komşusu bir
ailenin oğlu olan "Coşkun Demir" isimli bir arkadaşım vardı. O
yıllarda pek meşhur bir şarkıcının adı olduğu için, çocuğu her gördüğümüzde
aynı aptal şakaları yapar, şarkılarını söylerdik. O zamanlar travma denen şey
henüz icat edilmediği için de gücenmez, ertesi gün yine gelirdi bizim yanımıza
oynamaya. Onunla ve diğer çingene denen arkadaşlarımla
geçirdiğim zamanlar, gariptir o evin yegane anıları olarak kaldı o yıllardan
bana.
Şimdi geriye dönüp
baktığımda o yıllarda çocukluğun dibini gördüğüm bu uzun yaz tatillerinin,
benim için gerçek bir cennet olduğunu anlıyorum. O zamanlar elbette
anlamıyordum ama şimdi düşününce, o bahçede geçirdiğim her an, bana hayatın en
değerli derslerini öğretiyormuş. Doğayla iç içe olmak, arkadaşlığın değerini
bilmek, hayal gücünün sınırlarını zorlamak... Hepsi de o küçük ama bana uçsuz
bucaksız görünen bahçede, o sıcak yaz günlerinde filizlenmişti içimde.
Şimdi, yıllar sonra,
ne zaman güneşin altında ısınan otların ya da çiçeklerin kokusunu alsam ya da
bir çekirge sesi duysam, içimdeki o küçük çocuk uyanıyor. Gözlerimi kapatıp
derin bir nefes alıyorum ve kendimi yine o bahçede buluyorum. Anneannemin sesi
kulaklarımda çınlıyor, dedemin gülen gözleri bana bakıyor ve ben, yine o mutlu,
meraklı, hayat dolu çocuk oluyorum. Işıldıyorum, eminim.
Evet, belki şimdi
büyüdüm, saçlarım artık Osman modeli kesilmiyor, arılar da peşimden koşmuyor.
Ama içimdeki o çocuk, ne zaman istese o bahçeye dönüyor ve biliyorum ki ben
istediğim sürece bu şekilde devam edecek.
Toprağa, ağaca,
doğaya özlemimin de o günlere ait olduğuna emin oluyorum bu yazımı bitirirken.