9.8.24

Çocukluk

Bir evlat kaybetmekten daha kötü bir şey olamaz der herkes. Çok sevdiği kedisi ellerinde son nefesini vermiş olan biri olarak bunun acısını bile tarif edemezken, değil anlamak, tahayyül etmek bile istemem böyle bir gerçeği. Eminim haklılardır. Umarım kimse anlamak zorunda kalmaz böyle bir duygunun neye benzediğini. Bakmayın böyle tatsız bir konuyla başladığıma, böyle devam etmeyecek.

 

Moda’daki evlerinden, dostlarından, rengarenk sofralarından, yaşadıkları hayattan çok uzaklara gitmeye karar veren, bugün pek rahmetli olan canımın içi anneannem ve dedem; 1983-84 yıllarında Marmaris’e yerleşme kararı almışlar, tam da böyle bir deneyimin ardından. Ben bebek sayılacak yaşlarda olduğum için bu detayları uzun yıllar geçtikten sonra öğrendim. Gerçekten ne yaşamış, ne hissetmiş olabileceklerini tahmin edebilmem ise daha ileriki yıllara dayanır.  

 

Pek mutlu, güler yüzlü hatırladığım, ki bugün bile gülümseyen yüzümü o günlere borçlu olduğumu düşünürüm, çocukluk anılarımın en renkli zamanları, ya benim de büyüdüğüm Moda sokaklarında koştururken yara bere içinde kaldığım ya da anneanne ve dedemin yanına Marmaris’e gidip tüm yazı birlikte geçirdiğimiz o günlerdir.

 

Anneannem bir küçük Kraliçe Elizabeth olup -mavi kan değil, fiziksel ve asaleten benzerlik -, mutfakta, dikişte ve insan sevgisinde kendisine beş basacağından şüphem yoktu. Kıvrak zekası ve el becerileri ile tahminen bu hayattaki ilk on iki, on üç yılımızın hot couture tasarımcısı ve uygulayıcısıydı, elbette annemle birlikte. Dedem ise… Dedem bence dünyanın en eğlenceli insanıydı. Arada anneannemi çileden çıkaracak şakalar da yapsa, koç burcu gerçekleri, sanırım benim en eğlenceli, en iyi yaz tatili arkadaşım oldu her zaman. Öncelikle hala çok sevdiğim Pembe Panter melodisinin evin kapı zili olduğu gerçeği dedeciğimin eseriydi mesela. Sevdiği ama kendisini kızdıran herkese bok herif diye seslenir, kişiye özel sataşmalar da yapardı. Sabahları erkenden kalkar, hala yeni ütülenmiş çarşaf gibi pürüzsüz saatlerinde, evin az ilerisindeki sahile, yüzmeye giderdi. Çok üzülürdüm onu kaçırırsam, o yüzden sabaha karşı tuvalete filan kalkarsam uyumamak için çok direnirdim, bir çocuk ne kadar direnebilirse. Başarabildiğim günlerde ise mutlaka alırdı beni de yanına, şimdi bile gözümün önünde nasıl da uzaklara doğru ip gibi bir çizgi üzerinde yüzüp geri döndüğü. Bir de mobileti vardı Peugeot, kara kaçan gibi bir şey. Henüz Atom Karınca boyutlarında olan beni önüne oturtur, belime sarılır, Marmaris’in henüz kasaba olduğu o günlerde tanıdığı tüm esnafı gezerdi benimle. Belki de hala bu yüzden çok sever ve sahiplenirim mahallede yaşamayı ve esnaf kültürünü; evimde hissettirir bana. Arada da dönemin kanlı ve acı geçmişiyle sürgün yiyerek ideallerinden vazgeçmek zorunda kalan, adı kısa kendisi dev, kalbi ise pamuk gibi emekli öğretmen arkadaşının yanına götürürdü. Yalancı Boğaz’da kendi yatlarını yapardı ve bayılırdım o kerestelerin içinde kokularını genzime çekerek dolaşıp oynamaya. Şimdi bunu yazarken yüzümdeki tebessümü fark ettim de iyi ki varsın be okur! Bu güzel anıları hatırlamama ve yaşatmama vesile olduğun için.

 

Yine sıcak bir yaz günü, evin yine maceradan macera beğenip yaşadığım bahçesinde, Marmaris'in o kendine has kokusunu içime çekerken, sanki bambaşka bir dünyaya ışınlanmış gibiydim. Zaten bence her çocuk kendi kendine oynarken paralel bir evrene ışınlanır. Bugün düşününce aynen böyle hissediyorum o günler hakkında.

 

Bahçeye girer girmez, horozların gururlu ötüşleri ve yöreye özgü ağaçların hışırtıları beni karşıladı. Annemin bana giydirdiği çiçekli şortu görünce, arıların beni hedef tahtası olarak seçeceğini de her yeni sokuluşa kadar unuturdum, çok da umurumda değildi. Çünkü burada, bu derme çatma ama sıcacık yuvada, dünyanın en mutlu çocuğuydum ben.

 

Bahçenin bir köşesinde duran emme basma tulumba, benim için adeta bir oyun parkıydı. Üzerindeki salkım söğüt ağacının gölgesinde, kurbağalarla arkadaşlık kurmayı öğrenmiştim. Bazen onlara öyle dalmış oluyordum ki, birkaçının bacaklarıma tırmandığını bile fark etmiyordum. O kaygan soğuk derileri, yaz sıcağında iyi bile geliyordu itiraf etmek gerekirse.

 

Bahçede geçirdiğim zamanlar, benim için adeta bir keşif, bir serüvendi. Topraktan çıkardığım solucanlarla sohbet eder, çamurdan ve asma yapraklarından harika yemekler pişirirdim. Ara sıra kendini gösteren kaplumbağa dostum, en iyi dinleyicimdi. Ona anlattığım hikayeleri sabırla dinler, ara sıra kafasını sallayarak onayladığını düşünürdüm. Gevezeliklerimden sıkılsa da kaçması oldukça zaman alıyordu zaten. Okaliptüs ağacının ise yeri bende başkaydı, o keskin kokuyu hala çok severim. Her ne kadar çitin dışındaki zakkumların arasında fazla samimi pozlar verse de gönlü bendeydi bilirdim.

Çekirgeler ise bahçenin en hareketli sakinleriydi. Onları yakalamaya çalışırken, aslında özgürlüğün ve hayatın ne kadar değerli olduğunu öğreniyordum. Her sıçrayışlarında sanki bana "Hayat kısa, eğlen coş!" der gibiydiler.

 

Henüz kendi evlerine geçmemiş, kirada oturdukları Sarıalan Mahallesi’ndeki evin arazi komşusu bir ailenin oğlu olan "Coşkun Demir" isimli bir arkadaşım vardı. O yıllarda pek meşhur bir şarkıcının adı olduğu için, çocuğu her gördüğümüzde aynı aptal şakaları yapar, şarkılarını söylerdik. O zamanlar travma denen şey henüz icat edilmediği için de gücenmez, ertesi gün yine gelirdi bizim yanımıza oynamaya. Onunla ve diğer çingene denen arkadaşlarımla geçirdiğim zamanlar, gariptir o evin yegane anıları olarak kaldı o yıllardan bana.

 

Şimdi geriye dönüp baktığımda o yıllarda çocukluğun dibini gördüğüm bu uzun yaz tatillerinin, benim için gerçek bir cennet olduğunu anlıyorum. O zamanlar elbette anlamıyordum ama şimdi düşününce, o bahçede geçirdiğim her an, bana hayatın en değerli derslerini öğretiyormuş. Doğayla iç içe olmak, arkadaşlığın değerini bilmek, hayal gücünün sınırlarını zorlamak... Hepsi de o küçük ama bana uçsuz bucaksız görünen bahçede, o sıcak yaz günlerinde filizlenmişti içimde.

 

Şimdi, yıllar sonra, ne zaman güneşin altında ısınan otların ya da çiçeklerin kokusunu alsam ya da bir çekirge sesi duysam, içimdeki o küçük çocuk uyanıyor. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes alıyorum ve kendimi yine o bahçede buluyorum. Anneannemin sesi kulaklarımda çınlıyor, dedemin gülen gözleri bana bakıyor ve ben, yine o mutlu, meraklı, hayat dolu çocuk oluyorum. Işıldıyorum, eminim.

 

Evet, belki şimdi büyüdüm, saçlarım artık Osman modeli kesilmiyor, arılar da peşimden koşmuyor. Ama içimdeki o çocuk, ne zaman istese o bahçeye dönüyor ve biliyorum ki ben istediğim sürece bu şekilde devam edecek.

 

Toprağa, ağaca, doğaya özlemimin de o günlere ait olduğuna emin oluyorum bu yazımı bitirirken.


Ters Işık

Bir gün yine Cansu'yla botanik bir hafta sonu peşinde, kendi çapımızda eğleneceğimiz - ki çapımız geniştir - bir kaçamak olacağından emin ve fakat gözlerimizin gördüklerine inanmayacağını bilmez haldeydik. Tanımayanlar için Cansu, kendisine 25 yıldır bir sıfat yakıştıramadığım "şey"imdir. Şey'in yerine konulabileceklerin sınırı da yoktur. Bu da böyle biline.

Neyse efendim, vardık yine bir adaya ve rezervasyon sitesindeki fotoğraflarından bile güzel görünen çiftlikteki minnoş odamıza yerleştik. Oda dediğime de bakmayın, her oda müstakil bir ev. Koskoca bahçe içerisinde kendi küçük bahçesi var. Her yerde kazlar, ördekler, az ileride oğlaklar, hindiler ve tavuklar! var. Tavuklar mühim arkadaşlar, çiğ ve canlı olanlarından.

Vardığımız öğleden sonra saatlerini, odaya yerleşmek, ardından serin bir şeyler içip çiftliği biraz keşfederek geçirdik. İçimizden doğa taşıyordu, kesin aşıktık - yok birbirimize değil gördüklerimize. Her taşın yanından fışkıran rengarenk çiçekler ve taze otların kokusu genzimizi yakıyor, limonata gibi geç bahar havası içimize doluyordu. Etraf da pek sakin hani, pek kimse yoktu. Sezon açılmamış olabilir diye düşünüp bundan da mutlu olup, oteli kapattık şakalarını havalara atıp tutuyorduk.

Saat ilerledikçe sahile, kasabanın merkezine inip hafif bir akşam yemeği ve şarap fikrine çok sıcak baktık ve uygulamaya da geçirdik. Restoran bul, yemek söyle, ye, iç, biraz sokakları keşfet derken birkaç saat sonra da otelimize dönüp ilk günün yol yorgunluğunu atmaya karar verdik. Otele vardığımızda bizi karşılayan kafese kapatılmış hindiler "gluglu glu gluuu" sesleri ile karşıladı bizi. Karanlıkta kuşlar uyumaz mı ki diye şaşırdık ama çok da üzerinde durmadık. Bu serzenişin "kabaramazsın kel fatma" temasından çok uzak olabileceğinden de oldukça habersizdik. Biz doğanın fotoğraflarına bakanlardandık okurcuğum, ne bilelim çıkardıkları sesleri ayırt etmeyi.

Çakıldan otoparkta yürürken havanın da hala misss olduğunu fark ettiğimiz için, biraz da bahçede keyif yapıp yıldızları izler sohber ederiz diye düşündük, çok da iyi fikir valla. Geniş salıncak koltuklarda, elimizde koca birer kupa çay, üzerimizde polar (polâr olarak okunur) battaniyelerimiz, keyfimize diyecek yoktu. Eski yeni demeden daldan dala atlıyor, arada kayan yıldız olur da dilek tutarız diye gökyüzüne dalıp susuyorduk. Anılar ve güncel gelişmeler de yoğun olduğundan konu konuyu açtı, saatin kaç olduğunu anlamamız uzaktan sabah ezanı için uyanmış müezzinin megafondan yayılan sesiyle oldu. Oturmaktan neticemiz düzleşmiş, bağdaş kurmaktan bacaklar uyuşmuş, uyumak için geç, uyanmak içinse çok erken olduğundan; kalkıp biraz gezelim çiftlikte diye çok yerinde bir karar verdik.

Çiftliğin ardındaki mısır tarlasından doğmaya çalışan güneş henüz tam olarak kendini göstermemişti ki, tuhaf bir hareket gözümüze ilişti. Çiftliğin arka tarafındaki kümesin önünde, beyaz çoraplı, kafası parlayan bir adam silüet halinde görünüyordu. Adam, bağlı duran bir tavuğa doğru gizlice yaklaşmaya çalışıyordu.

Cansu'yla birbirimize baktık, gözlerimiz fal taşı gibi açılmıştı. "Bu da kim böyle?" diye fısıldadı Cansu. Ben de omuz silktim, hiçbir fikrim yoktu.

Adam tavuğa yaklaştıkça, kümesteki diğer tavuklar gürültü çıkarmaya başladı. Gıdaklamalar, kanat çırpma sesleri... Sanki arkadaşlarını uyarıyorlardı. Beyaz çoraplı adam panikleyip sendeledi, ayağı kaydı ve... pat!

Bir anda kendini kocaman bir dışkı havuzunun içinde buldu. Çırpındıkça daha da batıyordu. Cansu ve ben gülmemizi tutmaya çalışıyorduk ama imkansızdı. Adam öyle komik görünüyordu ki, kahkahalarımızı tutamadık.

"Vay be," dedim, "Bağlı bir tavuğu bile kesemedi. Galiba bu çiftlikte tavuklar 1, beceriksiz hırsız 0."

Cansu hala gülmekten nefes alamıyordu. "Şu hale bak! Beyaz çorapları artık pek de beyaz sayılmaz."

Adam nihayet kendini havuzdan çıkarmayı başardığında, üstü başı çamur içinde, kokusu burnumuza kadar gelmişti. Hızla uzaklaşırken arkasında kahverengi ayak izleri bırakıyordu.

"İşte bu," dedim Cansu'ya dönüp, "tam bir Ali Baba'nın Çiftliği macerası oldu. Sanırım bu hafta sonu unutulmaz olacak."

Güneş artık tamamen doğmuş, yeni günün ilk ışıkları çiftliği aydınlatmaya başlamıştı. Biz de odamıza dönüp biraz uyumaya karar verdik. Ama eminim ki rüyalarımızda bile o komik sahneyi tekrar tekrar görecektik.

Abi Koş Maç Başladı!

Son günlerde özellikle Olimpiyatlar başladı başlayalı, her mahallede, her kafede, her sosyal medya platformunda birer spor otoritesi türedi; e tabi bu da benim kafama takıldı. 

Sanki dün akşam yastığına kafasını koyduğunda sıradan bir vatandaşken, bu sabah uyandığında kendini olimpik bir bilgeliğin zirvesinde buluvermiş gibi bazılarımız. 

Düşünsene, daha dün akşam "halter" dendiğinde aklına ilk gelen şey aldığın çıtçıtlı body’nin yakasıyken, bugün birden bire koparma ve silkme hareketlerinin inceliklerini anlatır olmuş bizim spor bilgesi. Sanki anne karnından Naim Süleymanoğlu olarak reenkarne olmuş!. 

Ya da yüzme yarışlarını izlerken, "Kelebek mi? O da ne? Koleksiyon mu yapıyorlar?" diye düşünürken kendini bulan arkadaşımız, şimdi havuz kenarında sanki Michael Phelps'in kişisel antrenörüymüş edasıyla, "Yahu şu çocuğun kulaç açısı 0.5 derece daha geniş olsa, rekor kırardı!" diye ahkâm kesiyor. 

Hele bir de atletizm müsabakalarını izlerken, daha önce en fazla çizgili pijamasıyla piknikte top peşinde koşmuş olan Mahmut amcamız, şimdi sanki Carl Lewis'in torununun özel hocasıymış gibi, "Şu çocuğun ayak bileği yanlış, o yüzden altın madalyayı kaçırdı!" diyerek derin analizler yapıyor. 

Gel gör ki, bu ani ve mucizevi bilgelik patlaması sadece spor alanında kalmıyor. Birden bire herkes birer jeopolitik uzmanı, ekonomist, sağlık gurusu ve hatta uzay bilimci oluveriyor gündemle paralel olarak. Sanki geceleyin gizli bir "her şeyi bilen" serumu enjekte edilmiş gibi. 

Sevgili okurcuğum, eğer sen de kendini bu kategoride buluyorsan, lütfen dur, bir nefes al ve sakinleş. Yanında böyle biri varsa, gül tabi, ama durdur. Olimpiyatları izlemek, elbette keyifli ve heyecan verici. Ama unutma, o atletler yıllarca ter döküp, acı çekip, fedakârlıklar yaparak o noktaya geldiler. Senin ise tek yaptığın, koltuğunda oturup, göbeğini kaşıyarak cips yerken onları eleştirmek ve koltuk minderi inceltme yarışlarında dereceye oynamak. 

Belki de asıl olimpiyat ruhu, bu anlık uzmanların yarıştığı sosyal medya arenasında yaşanıyordur. Kim daha hızlı yorum yapacak, kim daha keskin eleştirecek ve hafta sonu magazinlerinde boy gösterecek, kim daha bilgiç görünecek yarışıdır belki de. İşte sana gerçek bir maraton! 

Pek sevgili kendini birden bire olimpiyat halkalarının mucidi sanan dostum, lütfen biraz sakin ol. Sporcuları takdir et, emeklerine saygı duy ve belki de sadece izlemenin keyfini çıkar. Bunu mümkünse hayatın her alanında uygulamaya da çalış, faydasını görürsün mutlaka. 

Eğer illa ki bir yarışa gireceksen, bari en azından "en az ahkâm kesen izleyici" kategorisinde madalya almaya çalış. İnan bana, o madalya, salondaki camlı vitrine, konsola, dolabın üstüne ya da adı her neyse çok daha fazla yakışacak. 

Öğrenemedim gitti şu mobilyaların isimlerini!


Aşıklar ve Maşuklar

Toz’dan sebeplerle ayrılmak zorunda kaldığımız ilk göz ağrımız evimizden sonra yeni bir ev arayışına girmiş, çok da uzaklaşamadan hemen arkadaki iki katlı evin üst katını gözümüze kestirmiştik. Ancak bir problem vardı, bize göre biraz pahalıydı. Zaten çok yakında oturan ve biraz da bizimle kalmayı tercih eden Ayten kızımıza tam da o esnada göz kırpasımız geldi! Bunları kulağına fısıldıyormuşum gibi düşün lütfen, aramızda kalsın!

 

Biz üç güzeller ağzından girdik burnundan çıktık, Ayten ile birlikte müstakbel ev sahibimizi de kafaladık ve eski evimizden 45 adım kadar ilerideki yeni evimize yerleştik.  Alt katımızda da ev sahibimiz Aşık Bey ve onu gölgesinden bile kıskanan annesi oturuyordu. Aşık dediğim, uzun boylu, kumral, sarı metal çerçeveli gözlükleriyle adeta bir Harry Potter karikatürü ile 90’ların psikopat katilleri arasında bir tipti ama bizim Harry'nin sihirli değneği yoktu. Onun yerine tebeşirleri ve matematik kitapları vardı. Evet, lisede matematik öğretmeniydi kendisi.

 

Şimdi, yine aramızda kalsın ama Aşık'ın gözü bizim Ayten'de gibiydi. Tabii biz bunu fırsat bilip, "Ayten, Aşık yine merdivenleri süpürüyor, kesin seni görmeye çalışıyor!" diye dalga geçerdik. Ayten ise, "Sussanıza kızlar, duyacak!" diye kızarır bozarırdı ve bence azıcık da hoşuna giderdi beğenilmek.

 

Bir gün, banyoda su tesisatı ile ilgili bir sıkıntı çıktı. Biz üç kafadar, bu sorunu çözmek için bey,n fırtınasına başladık. Tamirci bulacak çevremiz ya da ona ödeyecek paramız da olmadığından sonunda tahmin etmesi çok da zor olmayan parlak (!) bir fikir geldi aklımıza: Aşıktan yardım istemek neden kötü bir fikir olsundu ki? Hem Ayten'e olan ilgisinden faydalanır, hem de banyomuzu kurtarırız!

 

Aşık, sanki yıllardır bu anı bekliyormuş gibi, elinde alet çantası ile hemen yukarı çıktı. Ayten'in gergin ve huzursuz halini o fark etmedi ama biz anladık tabi ki bir karın ağrısı olduğunu.

 

-           "Adamı banyoda niye yalnız bırakıyoruz, ya

klozetin içine parmak kamera yerleştirirse?"

diye fısıldadı bizi bir kenara çekip.

 

Önce donup kaldık ve sadece birkaç saniye içinde bizim karnımız ağrımaya ve gözlerimizden yaşlar gelmeye başladı gülmekten yerlere yatarken. Zavallı Aşık aşağıya inip ilave birkaç gereç almaya giderken bizi öyle kıvranarak kahkaha atarken görünce, öylece kalakalmıştı şaşkınlıktan. Ayten'in bu şüpheci tavrı, sanki Aşık'ın gizli bir ajan olduğunu düşündüğünü gösteriyordu. MI6'in yeni gizli silahı: Klozet kamerası! Neyse ki Aşık, bu şüphelerin farkında değildi. O sadece Ayten'in gözlerindeki paniği görüp, "Acaba yanlış bir şey mi yaptım?" diye düşünüyordu. Zavallıcık, Ayten'in aklından geçenleri bilseydi, herhalde o anda anlamadığımız bir dilde sihirli sözler söyler ve toz olup toprağa karışırdı.

 

Sonunda, banyomuz kurtuldu, Aşık'ın da kalbi kırılmadı (en azından o an için), ve biz de günlerce bu olayı konuşup güldük. Bunca yıl sonra hala da gülüyoruz. Ayten'e de "Artık tuvalete giderken üç kez kontrol et, belki Aşık seni izliyordur!" diye hemen her defasında takılmayı ihmal etmedik.

 

Şimdi düşünüyorum da, belki de Aşık gerçekten de sadece iyi niyetli bir komşuydu. Belki de o kamera kayıtlarını bir CD’ye basıp koleksiyon yaptı. Kim bilir? Belki de şu an bir yerlerde, hâlâ o günü hatırlayıp "Acaba ne yaptım da o kızlar benden bu kadar korktu?" diye düşünüyordur.

 

Güzel günlerdi, bize mavra yapacak malzeme lazımdı ki pek zorluk çekmiyorduk ve bulduk, hem de alasını! Gençlik işte... diye geçiştirmeyi de çok istemem, hala böyle olmaktan gurur duyarım!!!

 

Ayten kızımıza uzuun yıllardır ulaşamıyoruz, bu yazıyı okuyorsan bil ki unutulmadın!


Hangi ?

Eski bir deyiş vardır, "Aşk gözü kör eder" diye. Bence yanlış. Aşk gözü kör etmez, aksine her şeyi daha net görmeye başlarsın. Sorun şu ki, gördüklerini kabullenmek istemezsin çoğu zaman. 

İşte ben de tam olarak bu durumdaydım. Yıllar önceden gelen, hortlayan da denilebilir, çok iyi de bir arkadaşıma aşık olmuştum ve sanki bütün dünyam değişmişti. Bir gecede üç kahve süresince olup bitmişti her şey. Neden oldu, nasıl oldu, ne değişti? Bu sorulara alış, kitap boyu soracağım. Sadece birkaç gün önce çok mu içten “gelsin o kişi, ben artık ve yeniden hazırım” diye dilemiştim?  Evrenin secret kapıları mı açıktı? Bunların cevabını bulabilseydim zaten başka şeyler düşünmeye de başlayabilirdim. 

Gülüşü artık daha parlak, sesi daha melodik, hatta saçının tek bir teli bile bana ilham veriyordu ama bu yeni keşiflerimi ona söyleyebilir miydim? Tabii ki hayır! Çünkü ben, ulu insan, büyük yemin etmiştim artık böyle şeyler yapmayacağıma dair. Her gördüğümde gevşemeyeceğim, bir öyle bir böyle karışık sinyaller vermeye çalışıp, kendimi ele vermemek için elimden geleni yapıp, tam da kedimden öğrendiğim biçimde kuyruğu dik tutacaktım! 

Bazen düşünüyorum da acaba Atilla Atalay'ın "Seslerim" öyküsündeki gibi, içimdeki sesler bir gün isyan edip beni ele verecek miydi? Belki de bir gün, kahvemi yudumlarken aniden "Aygaaaz!” diye bağırıverecektim. Sonra da hemen arkasından "Pardon, kahve çok sıcakmış" diyerek durumu kurtarmaya çalışacaktım. İçimden geçirdiğim yerli film repliklerini de sıcak kahvenin buharı ile havaya karıştıracaktım elbette. 

Ah, şu iç sesim! Sürekli bana "Hadi ama, söyle gitsin!" diyordu. Sanki o kadar kolaymış gibi. Peki ya söylersem ve arkadaşlığımız bozulursa? Ya da daha kötüsü, bana gülerse? İç sesim bu sorulara sadece göz devirmeyle yanıt veriyordu. Bazen ona "Sen sus artık!" diyordum, ama o bana "Sen sus!" diye cevap veriyordu, çok sonraları aynı o densiz fotoğrafın yaptığı gibi. Evet, kendi iç sesimle tartışıyordum. Artık kesin ve geri dönüşü olmayan bir biçimde ve tertemiz delirmiştim belki de? 

Bir gün, cesaretimi toplamak için kendime bir şişe şarap aldım, tabi ki rose. Sabaha patlatacağım sivilceler bile umurumda değildi, gerçekleri görmek istiyordum, in vino veritas! Düşündüm ki belki fermente olmuş üzümlerin yardımıyla dilim çözülürdü. Ama ne oldu biliyor musunuz? Şişeyi açtım, bir kadeh doldurdum, tam "Bu gece konuşacağım artık o da bunların ne anlama geldiğini bana açıklamak zorunda!" diye yemin ederken, o aradı. "N’aber nasılsın?" dedi. Ben de panik halinde "Şarap!" diye bağırdım. "Ne?" dedi şaşkınlıkla. "Şarap dedim, içiyorum da…” diye kekeledim. Evet, evet. Biliyorum. Oscar'lık bir performans, sahne konuşmamı da kan yerine kırmızı şarapla yazarım artık! Hazırcevap, pratik zeka, lafı duyduğum anda smaç basar gibi cevap veren ben öööylece kalakaldım. Yine diyemedim bir şey, şarabı da üzerime döktüğümü, telefonu kapatınca anladım. 

Bazen düşünüyorum, acaba eski çağlarda yaşasaydım ne olurdu? Belki de bir şövalye olurdum. Ejderhalarla savaşmak, karşımdakinin gelip bana ne hissettiğini söylemesini beklemekten daha kolay olurdu. En azından ejderhanın bana "Üzgünüm ama seni sadece bir arkadaş olarak görüyorum" deme ihtimali yoktu. 

Neyse ki klavyede çok delikanlıyım da kâğıda döktüğüm her kelime, söyleyemediğim her cümlenin yerine geçiyor. Belki de bir gün, yazdığım hikayeleri okur ve anlar. Ya da belki de bu yazıları ona da gönderirim bir gün ve bu satırları okur, kim bilir? Eğer olmuşsa öyle bir şey, evet, senden bahsediyorum. Lütfen gelip bunu okuduğunu söyle ama bil ki o zaman da inkar edeceğim. Hatta muhtemelen "Hangi hikaye? Ben öyle bir şey yazmadım!" diyeceğim. 

Sonuç olarak, sevgili okur (ve belki de sevgili arkadaşım!), ilişkilerimiz ve isimleri arasında ince bir çizgi üzerinde dans edeceğiz bir süre daha. Belki bir gün birimiz cesaretimizi toplayıp konuşacağız, belki de kaybolup gideceğiz, tarihin tozlu sayfalarında yerlerini alan ve asla yayınlanamayan diğer hikayelerim gibi. Kim bilir? 

Belki de en doğrusu buydu, susmak. Çünkü bazen, söylenmemiş sözler en güzel aşk hikayeleriydi ve onca tecrübelerden ufacık bir ders bile çıkartmamak aptallık sayılırdı. 

Eğer yine de bir yine karşıma çıkarsan ve o gün gaza gelip seni karşıma alıp da konuşursam, lütfen bu yazıyı aleyhimde delil olarak kullanmayın. Çünkü o zaman da "Bu sadece kurmaca bir hikaye!" diyeceğim ve seslerimle kelimelerimi cebime koyup yoluma devam edeceğim. 

Yolum da açık olsun!

360 Derece

Evet, sen. Tam da seni kastediyorum. Oturmuşsun, hayatının aşkını bulduğunu düşünüyorsun ve kafanda bin bir türlü soru. "Acaba doğru kişi mi?", "Ya sonra pişman olursam?", "Peki ya o beni gerçekten seviyor mu?" Dur bir dakika, nefes al; baktın kalbin hala atıyor; şimdi bir adım geri çekil ve kendine bak.

Biliyorum, ilişkilerde düşünmek önemli. Ama sen, ey muhterem okur, düşünmeyi öyle bir noktaya getirmişsin ki, Einstein bile senin yanında sıradan bir düşünür gibi kalıyor. Tebrikler! İlişki Quantum Fiziği'ni keşfettin.

Şöyle düşün: Her olası senaryoyu, her olası sonucu hesaplamaya çalışıyorsun. Sanki ilişkiler, içinde milyonlarca paralel evren barındıran bir kuantum alan teorisiymiş gibi. Ey sen, sevgili Schrödinger'in İlişki Kedisi, hem mutlu hem mutsuz, hem aşık hem değil, tüm bu olasılıkların ortasında asılı kalmış durumdasın.

Peki ya şöyle bir şey olsa: Kafanda kurduğun tüm bu senaryolar gerçekleşse? Düşünsene, bir sabah uyanıyorsun ve sevgilin sana diyor ki: "Hayatım, bugün senin tüm korku ve endişelerini gerçekleştirmeye karar verdim. Önce seni aldatacağım, sonra tüm paramızı kumarda kaybedeceğim, ardından da annene hakaret edeceğim. Ah, bir de kedimizi satıp yerine bir tarantula alacağım. Nasıl fikir?"

Gördün mü? Ne kadar saçma geliyor kulağa. İşte senin kafanda kurduğun senaryolar da aynen böyle. Gerçek hayatta kimse sabah kalkıp "Bugün sevgilimin tüm korkularını gerçekleştireyim" diye düşünmez. Eğer öyle biri varsa, lütfen hemen terk et. Cidden. Şaka yapmıyorum.

Ama sen, ey 360 derece düşünen ilişki kahramanı, her açıyı hesaplamaya çalışıyorsun. Kuzey, güney, doğu, batı yetmiyor; kuzeydoğu, güneybatı derken, bir de bakmışsın ki ilişkinin kutup yıldızını kaybetmişsin ya da 4 kutuplu Satürn gibi yuvarlanıyorsun! Pusulan şaşmış, rotanı unutmuşsun!

Sosyal medya şey'cilerinin de sıklıkla yazıp çizip anlamayanlara resimlerle anlatmaya çalıştığı gibi, bazen en iyi strateji, stratejisiz olmaktır. Evet, yanlış duymadın. Bazen düşünmemek, düşünmekten daha iyidir. Çünkü aşk, mantığın bittiği yerde başlar ve inan bana, mantığın bittiği yer, genellikle senin beyninin içindeki o küçük, endişeli ses susmaya başladığı an'a denk düşer.

Düşünsene, Shakespare "Olmak ya da olmamak" yerine "Olmak mı yoksa olmamak mı, ya da belki biraz olmak ama tam olarak değil, ya da belki hiç olmamak ama sanki olmuş gibi yapmak..." deseydi? Hamlet trajedi değil, komedi olurdu herhalde.

İşte sen de kendi hayatının Hamlet'i olmak yerine, biraz daha "Bir Yaz Gecesi Rüyası" olmaya ne dersin? Biraz daha hafifle, biraz daha gül, biraz daha tadını çıkart bugünün. Çünkü hayat, tıpkı bu kitap gibi, fazla ciddiye alınmayacak kadar kısa ve komik. Pan'ı çok da hafife alma!

Ve son olarak, eğer hala "Ya bu ilişki yürümezse?" diye düşünüyorsan, hiçbir ilişki sonsuza dek sürmez. Er ya da geç hepsi bir yerde biter ama yaşarken ama ölümle... Ancak bu, o yolculuğu yaşamaya değmeyeceği anlamına da gelmez. Çünkü hayat, varış noktası değil, yolculuğun kendisidir! Tam 40 yaş üstü öğütler baakk!

O yüzden, sevgili okur, biraz daha az düşün, biraz daha çok hisset ve eğer hala endişeliysen, en azından endişelerini komik bul. Çünkü gülmek, düşünmekten çok daha eğlenceli ve kim bilir, belki de gülmeye başladığında, aşkın gerçek anlamını keşfedeceksin. Pozitif ol aptal değil, gülmenin kimseye zararı olmamış daha. 

Hadi git ve biraz aşık ol. Ama lütfen, bunu yaparken beynini evde bırak. Zaten çok çalıştı, biraz da kalbin çalışsın.