9.8.24

Çocukluk

Bir evlat kaybetmekten daha kötü bir şey olamaz der herkes. Çok sevdiği kedisi ellerinde son nefesini vermiş olan biri olarak bunun acısını bile tarif edemezken, değil anlamak, tahayyül etmek bile istemem böyle bir gerçeği. Eminim haklılardır. Umarım kimse anlamak zorunda kalmaz böyle bir duygunun neye benzediğini. Bakmayın böyle tatsız bir konuyla başladığıma, böyle devam etmeyecek.

 

Moda’daki evlerinden, dostlarından, rengarenk sofralarından, yaşadıkları hayattan çok uzaklara gitmeye karar veren, bugün pek rahmetli olan canımın içi anneannem ve dedem; 1983-84 yıllarında Marmaris’e yerleşme kararı almışlar, tam da böyle bir deneyimin ardından. Ben bebek sayılacak yaşlarda olduğum için bu detayları uzun yıllar geçtikten sonra öğrendim. Gerçekten ne yaşamış, ne hissetmiş olabileceklerini tahmin edebilmem ise daha ileriki yıllara dayanır.  

 

Pek mutlu, güler yüzlü hatırladığım, ki bugün bile gülümseyen yüzümü o günlere borçlu olduğumu düşünürüm, çocukluk anılarımın en renkli zamanları, ya benim de büyüdüğüm Moda sokaklarında koştururken yara bere içinde kaldığım ya da anneanne ve dedemin yanına Marmaris’e gidip tüm yazı birlikte geçirdiğimiz o günlerdir.

 

Anneannem bir küçük Kraliçe Elizabeth olup -mavi kan değil, fiziksel ve asaleten benzerlik -, mutfakta, dikişte ve insan sevgisinde kendisine beş basacağından şüphem yoktu. Kıvrak zekası ve el becerileri ile tahminen bu hayattaki ilk on iki, on üç yılımızın hot couture tasarımcısı ve uygulayıcısıydı, elbette annemle birlikte. Dedem ise… Dedem bence dünyanın en eğlenceli insanıydı. Arada anneannemi çileden çıkaracak şakalar da yapsa, koç burcu gerçekleri, sanırım benim en eğlenceli, en iyi yaz tatili arkadaşım oldu her zaman. Öncelikle hala çok sevdiğim Pembe Panter melodisinin evin kapı zili olduğu gerçeği dedeciğimin eseriydi mesela. Sevdiği ama kendisini kızdıran herkese bok herif diye seslenir, kişiye özel sataşmalar da yapardı. Sabahları erkenden kalkar, hala yeni ütülenmiş çarşaf gibi pürüzsüz saatlerinde, evin az ilerisindeki sahile, yüzmeye giderdi. Çok üzülürdüm onu kaçırırsam, o yüzden sabaha karşı tuvalete filan kalkarsam uyumamak için çok direnirdim, bir çocuk ne kadar direnebilirse. Başarabildiğim günlerde ise mutlaka alırdı beni de yanına, şimdi bile gözümün önünde nasıl da uzaklara doğru ip gibi bir çizgi üzerinde yüzüp geri döndüğü. Bir de mobileti vardı Peugeot, kara kaçan gibi bir şey. Henüz Atom Karınca boyutlarında olan beni önüne oturtur, belime sarılır, Marmaris’in henüz kasaba olduğu o günlerde tanıdığı tüm esnafı gezerdi benimle. Belki de hala bu yüzden çok sever ve sahiplenirim mahallede yaşamayı ve esnaf kültürünü; evimde hissettirir bana. Arada da dönemin kanlı ve acı geçmişiyle sürgün yiyerek ideallerinden vazgeçmek zorunda kalan, adı kısa kendisi dev, kalbi ise pamuk gibi emekli öğretmen arkadaşının yanına götürürdü. Yalancı Boğaz’da kendi yatlarını yapardı ve bayılırdım o kerestelerin içinde kokularını genzime çekerek dolaşıp oynamaya. Şimdi bunu yazarken yüzümdeki tebessümü fark ettim de iyi ki varsın be okur! Bu güzel anıları hatırlamama ve yaşatmama vesile olduğun için.

 

Yine sıcak bir yaz günü, evin yine maceradan macera beğenip yaşadığım bahçesinde, Marmaris'in o kendine has kokusunu içime çekerken, sanki bambaşka bir dünyaya ışınlanmış gibiydim. Zaten bence her çocuk kendi kendine oynarken paralel bir evrene ışınlanır. Bugün düşününce aynen böyle hissediyorum o günler hakkında.

 

Bahçeye girer girmez, horozların gururlu ötüşleri ve yöreye özgü ağaçların hışırtıları beni karşıladı. Annemin bana giydirdiği çiçekli şortu görünce, arıların beni hedef tahtası olarak seçeceğini de her yeni sokuluşa kadar unuturdum, çok da umurumda değildi. Çünkü burada, bu derme çatma ama sıcacık yuvada, dünyanın en mutlu çocuğuydum ben.

 

Bahçenin bir köşesinde duran emme basma tulumba, benim için adeta bir oyun parkıydı. Üzerindeki salkım söğüt ağacının gölgesinde, kurbağalarla arkadaşlık kurmayı öğrenmiştim. Bazen onlara öyle dalmış oluyordum ki, birkaçının bacaklarıma tırmandığını bile fark etmiyordum. O kaygan soğuk derileri, yaz sıcağında iyi bile geliyordu itiraf etmek gerekirse.

 

Bahçede geçirdiğim zamanlar, benim için adeta bir keşif, bir serüvendi. Topraktan çıkardığım solucanlarla sohbet eder, çamurdan ve asma yapraklarından harika yemekler pişirirdim. Ara sıra kendini gösteren kaplumbağa dostum, en iyi dinleyicimdi. Ona anlattığım hikayeleri sabırla dinler, ara sıra kafasını sallayarak onayladığını düşünürdüm. Gevezeliklerimden sıkılsa da kaçması oldukça zaman alıyordu zaten. Okaliptüs ağacının ise yeri bende başkaydı, o keskin kokuyu hala çok severim. Her ne kadar çitin dışındaki zakkumların arasında fazla samimi pozlar verse de gönlü bendeydi bilirdim.

Çekirgeler ise bahçenin en hareketli sakinleriydi. Onları yakalamaya çalışırken, aslında özgürlüğün ve hayatın ne kadar değerli olduğunu öğreniyordum. Her sıçrayışlarında sanki bana "Hayat kısa, eğlen coş!" der gibiydiler.

 

Henüz kendi evlerine geçmemiş, kirada oturdukları Sarıalan Mahallesi’ndeki evin arazi komşusu bir ailenin oğlu olan "Coşkun Demir" isimli bir arkadaşım vardı. O yıllarda pek meşhur bir şarkıcının adı olduğu için, çocuğu her gördüğümüzde aynı aptal şakaları yapar, şarkılarını söylerdik. O zamanlar travma denen şey henüz icat edilmediği için de gücenmez, ertesi gün yine gelirdi bizim yanımıza oynamaya. Onunla ve diğer çingene denen arkadaşlarımla geçirdiğim zamanlar, gariptir o evin yegane anıları olarak kaldı o yıllardan bana.

 

Şimdi geriye dönüp baktığımda o yıllarda çocukluğun dibini gördüğüm bu uzun yaz tatillerinin, benim için gerçek bir cennet olduğunu anlıyorum. O zamanlar elbette anlamıyordum ama şimdi düşününce, o bahçede geçirdiğim her an, bana hayatın en değerli derslerini öğretiyormuş. Doğayla iç içe olmak, arkadaşlığın değerini bilmek, hayal gücünün sınırlarını zorlamak... Hepsi de o küçük ama bana uçsuz bucaksız görünen bahçede, o sıcak yaz günlerinde filizlenmişti içimde.

 

Şimdi, yıllar sonra, ne zaman güneşin altında ısınan otların ya da çiçeklerin kokusunu alsam ya da bir çekirge sesi duysam, içimdeki o küçük çocuk uyanıyor. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes alıyorum ve kendimi yine o bahçede buluyorum. Anneannemin sesi kulaklarımda çınlıyor, dedemin gülen gözleri bana bakıyor ve ben, yine o mutlu, meraklı, hayat dolu çocuk oluyorum. Işıldıyorum, eminim.

 

Evet, belki şimdi büyüdüm, saçlarım artık Osman modeli kesilmiyor, arılar da peşimden koşmuyor. Ama içimdeki o çocuk, ne zaman istese o bahçeye dönüyor ve biliyorum ki ben istediğim sürece bu şekilde devam edecek.

 

Toprağa, ağaca, doğaya özlemimin de o günlere ait olduğuna emin oluyorum bu yazımı bitirirken.


Hiç yorum yok: