10.8.24

Gül

Beni uzun zamandır tanıyan herkes bilir ki daha yirmili yaşlarım bitmeden, oldukça uzun bir zaman yeniden İstanbul'a dönmenin, orada yaşamanın, orada kalmanın, arkadaşlarımdan bir an bile uzak kalmamanın yollarını aradım durdum, e başardım da.  

Henüz bu arayış esnasında, yine mevsim yaz ve ben yine bir İzmir ziyaretindeydim. Yanında evimde hissettiğim arkadaşımın da Almanca kursu devam ettiği için gün içinde Kıbrıs Şehitleri civarında yalnız geçireceğim üç-dört saatim oluyordu. O zamanlar gençlik ateşi tabi, aklım da birkaç karış havada, muhtemelen de aklımda merak edip durduğum birileri var. Bir baktım ki ara sokaklardan birinde sağlı sollu iki üç katlı binaların hemen hepsi fal kafe. İç bir Türk kahvesi sonrasını bize bırak, oooo neler neler anlatırız tadında bekliyorlardı.

Zaten sıcaktan da caddedeki dükkanlarda çalan aynı şarkılardan da bunalmıştım, daldım gözüme en cici görünen kahveciye. Orta şekerli bir kahve söyleyip başladım camın önündeki ahşap masada beklemeye. İçerisi de kalabalık, en az altı yedi kişi daha bekliyor benden başka. Güzeell, hem serinler hem dinlenir hem de eğlenirim biraz! 

Üzerinden yaklaşık yirmi yıl geçmesine rağmen, fal bakan o ablanın kıvırcık turuncu kızıl saçlarını, beyaz tenini ve gülen yüzünü hiç unutmamışım, şimdi bile orada göz ucuyla beni izliyor bir başka heveslinin falına bakarken. Bir saatten uzun bir süre bekledim gerçekten sıranın bana gelmesini. Yapacak daha iyi bir işim de kedi merakımdan vazgeçmeye niyetim de yoktu. 

En sonunda sıra bana geldiğinde artık özene bezene kapattığım fincanım buz gibiydi ama ya o akan telveler kurumuşsa ve fincanı tabağa yapıştırdıysa! Endişeliydim zira biliyordum ki kimse bakmazdı o fala! Bunları düşüne düşüne artık yıllanmış hissettiğim o masadan kalkıp kıvırbaş falcı ablanın masasına transfer ettim kendimi.

 

Hoş geldin beş gittin derken fincanım onun önünde, eli fincanımın üstünde sanırım bir dakikaya yakın bir süre birbirimize gülümseyerek baktık. Bu bakışma o kadar uzadı ki artık yüzümde garip bir sırıtış olduğuna emindim. Neyse ki bozdu bu sessizliği ve "neden geldin?" diye sordu. Artık yüzüme yapışan o gülümsemeyle "e kahve fal filan işte" dedim. Gülümsedi ve tekrar sordu "Onu sormuyorum, sen neden geldin ki?" diye yeniden sordu. Anlamamıştım. O kadar sıcacık bir tavırla soruyordu ki bu soruları dayanamayıp "Gideyim mi?" diye sordum. Gülerek yanıtladı "bilmiyor musun bu fincanın içinde ne olduğunu" diye yeni bir soruyla gelince, belli etmemeye çalışsam da oldukça gerilmeye ve beklediğim onca zamana pişman olmaya başlamıştım. Toyluğumu ve anlamadığımı kavramış olacak ki açıklamaya başladı. "Senin bu ya da bir başka fala falcıya ihtiyacın yok. Başına gelecek, yaşayacağın her şeyi buradaki herkesten daha iyi biliyorsun" dedi. Gerçekten de o kadar hayat tecrübesiziydim ki neden bahsettiği konusunda zerrece fikrim yoktu. Söyledim de bunu ona. Açıkça


-            “Neden bahsettiğinizi anlamadım ve nasıl bilebilirim ki ne yaşayacağımı? Falı da biraz eğlenceli bir şeyler dinleyeyim, biraz manitacılık yapayım tadında baktırmak istemiştim. Hani diyorlar ya, birileri bana beni anlatsın diye, terapi niyetine.”


-            “Tamam o zaman nasıl istersen" dedi ve kaldırdı fincanı sonunda ve koydu masanın üstüne. 


Bir anlığına bakıyor, sonra bana dönüp anlatıyordu. Başka neler anlattı hatırlamıyorum ama "köprü ayaklarını gören, denizin dibinde bir iş yerin olacak. Ofisin köprü ayaklarını, birkaç üst katı ise boğazı görecek dedi." 

Dedi ama bilmiyordu ki benim işsiz olduğumu, İstanbul'da iş aradığımı. Hatta o anda ben bile bilmiyordum hangi web sitesinde hangi iş yerlerine hatta hangi pozisyonlara ne zaman başvurduğumu.


-            "Çok yakında başlarsın ama ilk gidişinde beni ara haber ver" dedi.

-            “Aaa tabi ki, çok da tatlısınız.” filan diyip

geçiştirdim, falın sonunda da çok teşekkür edip ayrıldım oradan.  

Ertesi sabah arkadaşım, ailesi ve ben kahvaltıdaydık henüz telefonum çaldığında. Bilmem ne firmasından arıyoruz yarın görüşmeye gelir misiniz dediler. İstanbul'da başvurduğum firmalardan biriydi. Bursa'ya bile uğramadan direkt bir İzmir-İstanbul seferi ile atladım otobüse, aldım soluğu Kavacık küçük terminalde. Bir taksiye atladım, önce valizimi sonra da adresi verdim. Şoför adresin çok yakın olduğunu söylediğinde başımı kaldırıp nerede olduğumuza bakma ihtiyacı duydum ve ilerlediğimiz sokağın sonunda plazalar ile birlikte köprünün ayaklarını gördüm!  

Nasıl olabilirdi ki? Kendime inanamaz bir halde aradım gerçekten falcı ablayı...

-            "Merak etme çok güzel bir yer, orada uzun bir

Zaman kalacaksın ve hayatını değiştirecek." dediğini hatırlıyorum. Bir daha da konuşmadık o andan sonra. 

Yaklaşık beş ayrı mülakat ve üç değerlendirme merkezi aşamasının ardından işe başladığım ilk gün masamın yerini gösterdiklerinde, galiba birkaç saniyeliğine dilim tutulmuştu. Masamın arkasındaki geniş pencere köprünün ayaklarını görüyordu, öğle yemeklerini yiyeceğimiz 360 derece panoramik teraslı yemekhanemiz ise köprünün kalanını ve boğazı kucaklıyordu. 

Gerçekten de hayatımı değiştirmiş ve bugünkü meslek hayatıma büyük katkılar sağlamıştı orası.

Tüm bunların ardından ben gerçekten de başıma gelecek her şeyi biliyor olabilir miydim? Öyleyse neden hatırlamıyordum? Bildiklerimi nerede sakladığımı bilmiyordum belki de, bunu da zaman gösterecekti.  

Sen sormadan söyleyeyim. Hayır telefonu artık yok, kafeyi de görsem tanımam.

Fal da iyi bir şey değildir zaten.