25.12.24

Ups Ay Did It Ageyn

Son zamanlarda artık ne aradıysam ya da ne izlediysem o Instoş’ta, keşfete düşen içeriklerimde bir değişiklik oldu. Diyorlar ki; kendinizi özletin, mesajlara hızlı yanıt vermeyin, eşiniz, aşkınız, dostunuz fark etmez, bunu yapın, şunu sakın yapmayın. Yoksa yandınız! diyor sanırım. Efendim anlatılanlar şöyle devam ediyor: Yoksa eriği yediniz!

Şimdi tabi ben bana söylenenin, diretilenin, aklıma mantığıma yatmayan her türlü direktifin muhalifi şahsım olarak üşenmedim, her gördüğümün altına kocaman NEDEN? yazdım. Yani anladık, eldeki kuş misali değersizleştirme kendini temasında yazıp çiziyorlar da yemezler! Ben neden etrafımda “elimde tutmaya” çalıştığım insanlar barındırıyor kabul ediliyorum ki? Tamam çok da normal bir insan sayılmam. Kendi kendime konuşurum, etrafımda eğlenceli insanlar varsa konuşurum, aynaya bakar konuşurum, sokaklarda dans edip şarkı söylediğim vakidir, kedimle zaten konuşurum, sonra döner yine konuşacak birini bulurum… Şimdi buna bakıp her önüme gelenle gevezelik ettiğim düşünülmesin. Seninle o kadar da konuşmuyorsam, hele ki kahkaha atmıyor, sarsaklık etmiyorsam bil ki o kadar da bayılmıyorumdur sohbetimize. Oops ağzımdan kaçtı!

Tabi bu gevezeliklerimin zamansız olduğu, iç baymaya başladığı, ayy Nihan bi’dur! anları yaşanıyor. Böyle zamanlarda son derece anlayışlı ve sevimli kimliğime geçiyorum. Hayır çoklu kişilik bozukluğum yok, evet hepsini cebimde taşıyorum, hayır şizofreni için yaşım çok geçti! Yani hayali arkadaşlarım böyle dememi istedi aslında, hazır bakmıyorlarken yazıvereyim.

Yeri gelince ağzımı bantlamayı da bilirim, geyiğin boynuzları düşene kadar konuşmayı da ama yani böyle minik! defolarım var diye de elin tekniğine inanıp taktiğini uygulayacak değilim. Pek çok kişiye çok egosantrik gelen bu tavrım için özür dilemeyi de düşünmüyorum mamafih ısrarla belirtmek isterim ki beğenmeyen de küçük oğluna almayıversin. Zaten artık ben de o kadar küçük değilim, heheh.

Kardeşler, bacılar, Romalılar! ben bu girişi daha önce yapmış mıydım? Beni olduğum halimle, kimine göre defolarımla, kimine göre hatalarımla sevebilen insanları ben de öyle seviyorsam devam ediyor ilişkilerim. Çok da mutluyum. Fevri ve sevdiklerine karşı duyguları ile hareket eden bir kadın olarak, her ne kadar bunu istemesem de, hata yapma lüksü tanıyor bana. Biliyorum ki geçeriz üstünden, daha sağlam, daha çok tanışarak çıkarız. Niyet önemli diyorum.

Arzuhalciler vardı eskiden, bir de niyet tavşanları. Nereden aklıma geldiyse…!

 

24.12.24

Yüzün Silinmeden

Paris'in yağmurlu bir sonbahar akşamıydı. Saint-Germain'deki küçük kafelerin birinde oturmuş, kahvemi yudumluyordum. Sokak lambaları puslu havada titrek ışıklar saçıyor, kaldırımlarda yürüyen insanların siluetleri flu görüntüler halinde gözümün önünden geçiyordu.

Birden seni hatırladım. Yıllar önce, tam da böyle bir akşamda karşılaşmıştık. O zamanlar da aynı kafede oturuyordum. Sen içeri girdiğinde gözlerim hemen sana takılmıştı. Siyah paltonu hafifçe silkeleyerek yağmur damlalarından kurtulmaya çalışmıştın.

Şimdi düşünüyorum da belki de hiç karşılaşmamalıydık. Çünkü her anımsayışımda, içimde derin bir boşluk oluşuyor. Tıpkı o çok severek dinleyip dans ettiğimiz şarkıdaki gibi, “Her hatırlayışımda, daha iyi bir zamana, daha güzel bir yere götürüyor beni anılarımız.”

O gece uzun uzun konuşmuştuk. Sen müzikten bahsetmiştin, ben edebiyattan. Gülüşün hala kulaklarımda çınlıyor. Şimdi zaman değişti, mevsimler yer değiştirdi ve biz birbirimizden uzaklaştık.

Şimdi bu kafede otururken, pencereden dışarı bakıyorum. Yağmur hala aynı yağmur, sokak hala aynı sokak. Ama sen yoksun. Sadece anılarımda yaşayan bir hayalsin artık. Ve ben, yine tıpkı şarkıdaki gibi, orada bir yerde misin merak ediyorum.

Belki bir gün yollarımız yine kesişir. Belki başka bir sonbahar akşamı, başka bir kafede, belki de bambaşka bir ülkede... Ama şimdilik, sadece bu anılarla ve sahnede şarkı söyleyen kadının büyülü sesiyle baş başayım. Çünkü bazen bazı insanlar sadece güzel bir anı olarak kalmalı, tıpkı eski bir fotoğraf gibi...

O gece sohbetimiz nasıl da derinleşmişti...

"Bach'ı sever misiniz?" diye sormuştun bana.

"Evet, özellikle Goldberg Varyasyonları'nı," demiştim. Gözlerin parlamıştı. "Glenn Gould'un yorumu mu?" diye sormuştun heyecanla.

"Hem Gould'un hem de Angela Hewitt'in. İkisinin yorumları arasındaki farkları karşılaştırmayı seviyorum."

Sonra bana Chopin'den bahsetmiştin. Nocturne'lerin senin için ne ifade ettiğini anlatırken ellerin havada dans ediyordu. Ben de sana Kafka'nın Dönüşüm'ünü okurken hissettiğim o garip yalnızlığı anlatmıştım.

"Bazen," demiştin, "müzik ve edebiyat aynı duyguyu farklı dillerle anlatıyor. Tıpkı şu an çalan Melody Gardot şarkısı gibi... Hüzünlü ama umut dolu."

Kafeye ilk girdiğinde üzerinde siyah paltonun yanı sıra lacivert bir kaşkol vardı. Masama yaklaşıp "Bu masa müsait mi?" diye sorduğunda, Fransızcan hafif bir Alman aksanı taşıyordu. Sonradan öğrenmiştim ki Berlin'de büyümüştün ama son beş yıldır Paris'te yaşıyordun.

Gece ilerledikçe sohbetimiz derinleşmiş, kahvelerimiz soğumuştu. Sen konservatuvar eğitiminden, ben edebiyat fakültesindeki yıllarımdan bahsetmiştik. İkimiz de sanatın farklı dallarında kendimizi bulmuştuk ama ortak noktamız duygularımızı ifade etme biçimlerimizdi.

"Biliyor musun," demiştin, "bazen doğru insanla yanlış zamanda karşılaşırız." Bu cümlen, şimdi bile içimi burkar. Çünkü ertesi gün Viyana'ya taşınacağını söylemiştin. Yeni bir iş, yeni bir başlangıç...

O gece kafeden çıkarken yağmur durmuştu. Saint-Germain bulvarında yürürken son bir kez durup arkana bakmıştın. O bakışını hiç unutamıyorum. Sanki "keşke" der gibiydi gözlerin, ama ikimiz de biliyorduk ki bazen en güzel anılar yarım kalanlar oluyor.

Melody Gardot - "If I ever recall your face."

 

11.12.24

Kim O?

Kış aylarında başladı her şey. Soğuk, dondurucu bir kış değildi aslında. Sadece olağan, sıradan bir kış. Herkesin yaşadığı türden bir mevsim geçişiydi. Ne fazla üşüttü, ne de çok etkiledi. Belki de bu yüzden çabuk bitti - kendini fazla hissettirmeden, usulca çekildi gitti.

Sonra ilkbahar geldi. Ah o ilkbahar! Sanki yıllardır uyuyan bir tohum birden filizlenmeye başladı içinde. Her sabah aynanın karşısına geçtiğinde biraz daha tanıdık geliyordu yüzü kendine. "Ben buyum işte!" diye gülümsüyordu kendi yansımasına. Çiçekler açarken dışarıda, o da açıyordu içeride. Her yeni günle birlikte biraz daha hatırlıyordu kendini.

Ve sonra... Yaz! Öyle bir yaz ki, güneş sanki sadece onun için doğuyordu her sabah. İçindeki sıcaklık dışarıdaki havayı bile kıskandırıyordu. Rengarenk çiçekler açıyordu her yanında - kırmızı gelincikler gibi tutkusu, mor menekşeler gibi hayalleri, sarı papatyalar gibi umudu... Gökyüzünde süzülen bir kuş kadar özgür hissediyordu kendini. Her şey mümkündü, her şey onun için vardı sanki.

Sonbahar geldiğinde gökyüzü karardı birden. Kara bulutlar çöktü üzerine, ama güneş... Ah o inatçı güneş! Bulutların arasından sızıp ısıtmaya devam etti içini. Her damla yağmur biraz daha güçlendirdi onu, her düşen yaprak biraz daha bilgelık kattı ruhuna.

Ve şimdi, kış yeniden kapıda. Bu sefer daha sert vuruyor kapıyı, daha gürültülü çalıyor zili. Ama o artık biliyor - bu da geçecek. Çünkü içinde baharın müjdesini taşıyor. Düştüğü yerden kalkmayı öğrendi. Kaybettiği kendini bulmanın yolunu biliyor artık.

Bu bir yılın hikayesi değil aslında. Bu, kendini keşfeden bir ruhun hikayesi. Mevsimler gibi değişken, ama özünde hep aynı kalan bir varlığın hikayesi. Bazen fırtınalar kopuyor içinde, bazen güneş açıyor aniden. Ama o, tüm bu değişimlerin ortasında, dengede durmayı öğreniyor.

Ve belki de en güzeli bu - her düşüşten sonra yeniden ayağa kalkabilmek, her karanlık geceden sonra güneşin doğacağını bilmek. Çünkü o artık biliyor ki, mutluluk dediğimiz şey belki de bu dengeyi kurabilmekte gizli. Düşmekten korkmadan yürüyebilmekte, hata yapmaktan çekinmeden yaşayabilmekte...

Bu yolculukta bazen kantarın topuzu kaçabilir, bazen denge bozulabilir. Ama niyeti temiz olduktan sonra, bunların hiçbiri önemli değil. Çünkü her yeni gün, yeni bir başlangıç için bir fırsat. Ve o, bu fırsatları değerlendirmeyi çok iyi biliyor artık.

Şimdi yeni bir kış kapıda. Ama bu sefer farklı karşılıyor onu. Çünkü biliyor ki, içindeki bahar hiç ölmeyecek. İçindeki çiçekler her mevsim açacak. Ve o, tüm renkleriyle, tüm duygularıyla, tüm varlığıyla yaşamaya devam edecek.

Çünkü o, artık kendini bulmuş bir ruhun huzuruyla bakıyor hayata. Ve bu huzur, hiçbir mevsimin değiştiremeyeceği kadar değerli.

O kim peki ?

8.12.24

Hatırla

Sonbaharın soğuk günlerinden biriydi. Esen kuvvetli rüzgârın eşliğinde mahalleyi donatan meşe, çınar ve ıhlamur ağaçları sarı kızıl yapraklarıyla vedalaşıyordu. Sokaklarda telaşlı yürüyen insanların her zaman olduğu gibi bir bahanesi vardı. Kimi mevsime göre ince kaçan montlarıyla üşüyor, kiminin yetişeceği bir yer var, kimisi ise cumartesi öğleden sonra oynanan şehir takımının futbol maçı bittiği için trafik keşmekeşinden hızla uzaklaşma amacıyla ilerliyordu.

Mahallede daha önce de bir kez ziyaret ettiğim bir kitap kafe vardı. Evde vize sorunu yaşadığım günlerden birinde burayı hatırladığım çok iyi oldu. İsmini unutmama mana bulurcasına ismi de Hatırla idi. Bana ismi dışında neler hatırlattı, günün sonunda ya da yarın sabah uyandığımda fark edeceğimden şüphem yok.

Mahallenin güzel, geniş, 80'lerden kalma apartmanlarından birinin altında, çam ve ladin ağaçları ile süslenmiş çimden bir bahçe içinde bulunan bu kafenin boydan boya ve yerden tavana uzanan penceresinden dışarıya bakan koltuklardan birine kuruldum. Elimde yazdığım, mamafih halen yayınlanmasını beklediğim kitabımın prova baskısının yanı sıra bir de arka kapağını kendi seslendiren en sevdiğim öykü yazarının son kitabı ile bu fırtınalı ve soğuk sonbahar gününde yazın erken gelebilme ihtimalini* değerlendiriyorum camdan dışarı bakarken.

Müşterisi olduğum bu kafede, kafe sahibi hanımefendi ve ben, arada bu garip sessizliği bozacak cılız ve kısa sohbetler etsek de genel bir sükûnet hâkim ortama. Kafenin ben geldiğimden bu yana iki misafiri daha oldu. İki kız arkadaş, birer Türk kahvesi eşliğinde sohbetlerini edip yanımızdan ayrılalı iki saat kadar oluyor. Misafirliğe gelip kalkmak bilmeyen densizler gibi hissetmemek için belli aralıklarla içecek bir şeyler sipariş ediyorum.

Bir yandan kitap okuyan ve bilgisayarı şarj oldukça yazılarına devam eden benim için çok da şahane bir ortam aslına bakarsanız. Bu kafe sadece birkaç ay önce yan apartmanın altından şu anki yerine taşınırken mobilyaları da değişmiş ve içerideki klima sıcağı ile taze ahşap mobilyalar bir araya gelince, içeriye şömine ya da odun sobası yanarmışçasına bir koku sinmiş. Bu, çok derin solursan genzini yakacağını düşündüren koku, böylesi bir mevsimde sıcaklık veriyor içime. Bir türlü bırakamadığım şu sigarayı içmek için dışarı çıkıp her içeri girişimde aldığım ilk nefeste mutluluk veriyor. Ev gibi kokuyor. Ev böyle kokmalı diyorum ya da.

Ev meselesi için ayrı bir yazı kaleme almalı diyorum şu anda. Uzun mevzu bu...

Bir ara kafenin sahibi hemen geliyorum diyerek dışarı çıktı. Birkaç dakika sonra geri döndüğünde ise ben markete gidip geleyim, siz rahatınıza bakın diyerek daha uzun bir süre daha bu sessizlikle beni baş başa bıraktı. Güvenilir görünüyorum herhalde, diye düşündüm bu esnada. Yoksa ilk kez gördüğü bana, neden canının yongasını emanet etsindi ki, değil mi? Ne zaman döner bilmeden oturdum ve kitabımı okumaya devam ettim, bu kez üzerime bir de sorumluluk yüklenerek. Gelen bir müşteri olursa ben de müşteriyim, sahibi hemen gelecek, siz rahatınıza bakın falan diyeceğim. Çok hazırım buna, bekliyorum gelecek olanları. Hatta kapıya çıkıp hava çok soğuk, gelin bir çayımızı için diye insanları yollarından çeviresim var. Birkaç dakikalığına da olsa buralar benim sorumluluğumda ne de olsa! Görev bilinci ile tuvalete bile gitmiyorum!

Zaten ne olabilir ki, yani nasıl bir terslik olabilir ki beni burada kafesi ile baş başa bırakmakta? Belki bir çay doldururum kendime fazladan ya da duvar boyu dizili kütüphaneden bir kitap yürütürüm belki. Kalkıp hesabı ödemeden kaçarım desek, gidemem de gidecek yerim de yok şu anda. Arkadaşlar yine en lazım oldukları gün yok oldular. Bu konuyu biraz irdelemem lazım. Ya hepsi kendi gerçekliklerinden kaçmak üzere fazlasıyla çalışıyorlar ya da daha fenası benden kaçıyorlar. Hayır yani, görüldüğü üzere çok da güvenilir bir insanım aslında. İlk tanışıldığı gün kafe emanet edilecek kadar!

 

* Yekta Kopan – Belki Yaz Erken Gelir


Yıldızlı Gece

Bir ilkbahar sabahı, adıyla müsemma Çiçekli Huzurevi’nin bahçesi… Güneş, ılık ışıklarıyla çiy damlalarını okşuyor, bahçedeki rengarenk çiçeklerin üzerinde küçük gökkuşakları yaratıyordu. Zarif akçaağaçlar ve ıhlamur ağaçları, taze yapraklarıyla bahar rüzgarında nazlı nazlı dans ederken, bahçenin her köşesine serpiştirilmiş lavantalar ve güller, havayı tatlı bir kokuyla dolduruyordu. Taş döşeli patikalar, bakımlı çimenler arasından kıvrılarak ilerliyor, yer yer ahşap banklar ve küçük oturma alanları misafirlerini ağırlıyordu. Kuşların neşeli cıvıltıları ve uzaktan gelen hafif müzik sesi, huzur dolu atmosferi tamamlıyordu. Bahçenin bir köşesinde küçük bir havuz, içindeki nilüferler ve süs balıklarıyla sakinlerine huzur verirken, çevresindeki beyaz güller ve mor salkımlar görsel bir şölen sunuyordu. Çiçekli Huzurevi'nin beyaz boyalı, iki katlı zarif binası, yeşillikler arasında adeta bir masal köşkü gibi yükseliyordu.

Yıldız'ın ince parmaklarında tuttuğu fotoğraflar, torunlarının gülümseyen yüzlerini yansıtıyordu. Dalgalı gümüş rengi saçları omuzlarına dökülen, bal rengi gözleri hala gençliğindeki gibi ışıl ışıl parlayan bu zarif kadın, elindeki fotoğraflara bakarken ara sıra dudaklarında beliren tatlı tebessümle mutluluğunu ele veriyordu. Yüzündeki çiller ve yaşının getirdiği narin kırışıklıklar, ona ayrı bir karakter katıyor, düzgün duruşu ve zarifçe oturuşu ise geçmiş yılların asaletini yansıtıyordu. Lacivert eteği ve krem rengi beyaz iş bluzuyla, adeta bir tablo gibi bahçedeki bankta oturmuş, elindeki her bir fotoğrafı özenle inceliyordu.

Hafifçe esen sabah rüzgarı, Yıldız'ın saçlarında altın rengi menevişler yaratırken, Gece birkaç adım gerisinde durmuş onu izliyordu. Bahar sabahının taze nemi havada asılı kalmış, çiçeklerin kokusuyla karışarak etrafı sarmıştı. Güneş ışınları, ağaçların yaprakları arasından süzülüp Yıldız'ın gümüşi saçlarında dans ederken, uzaktan gelen kuş sesleri bu tabloya eşlik ediyordu.

Otuz yıl önce de böyle bir ilkbahar gününde, ofis binasının önündeki parkta, rüzgarda savrulan kestane rengi saçlarının kokusunu içine çekmişti. Aradan geçen onca zamana rağmen, o günün her detayı zihninde taptazeydi: Yıldız'ın üzerindeki açık mavi elbise, bankta duran kahve bardağının rüzgarda uçarak üzerine dökülmesi, aynı rüzgarın dağıttığı saçlarını telaşla toparlamaya çalışması hala zihninde dün gibi tazeydi. Kendi beceriksizliğine gülerken dudaklarında beliren o masum tebessüm, Gece'nin kalbini yerinden oynatmıştı. O günden bu yana Yıldız'ın her hareketi onu derinden etkiliyordu.

Gece'nin her zamanki heybetli duruşu, geniş omuzları ve uzun boyu, yaşına rağmen hala dikkat çekiciydi. Koyu siyah saçları beyaza dönmüş olsa da, keskin yüz hatları ve derin bakışlı kahverengi gözlerindeki etkileyici ifade hiç değişmemişti. Yürürken bile her adımında belli olan o kendine has asaleti, şimdi bastonuna yaslanırken bile hiç eksilmemişti. Yaşının getirdiği ağırbaşlılık ve bilgelik, yüzündeki derin çizgilerde kendini gösteriyordu. Gözlerinin etrafındaki kırışıklıklar, yıllar boyunca paylaştığı kahkahaların, yaşadığı sevinçlerin ve kimi zaman da hüzünlerin izlerini taşıyordu. Zaman, onun üzerinden sanki farklı akmış, olgunluğun ve yaşanmışlığın her halini daha da çekici kılmasına izin vermişti.

Gece, bahar güneşinin nazik dokunuşları altında, yeşeren ağaçların arasından süzülen ışığın Yıldız'ın saçlarından geçişini izlerken, geçen onca yıla rağmen içindeki o tanıdık heyecanı hissetti. Sanki zaman durmuş, sanki hala ilk günkü gibi kalbi farklı bir ritimle çarpıyordu.

"Bu kadar yıl sonra hala aynı şekilde gülüyorsun Yıldız," dedi arkasından gelen ses. Gece'nin sesi.

Yıldız'ın kalbi bir an için durur gibi oldu. O ses... Otuz yıl geçmesine rağmen, hala aynı etkiyi yaratıyordu üzerinde. Parmak uçlarına yayılan hafif bir titreme, boğazında düğümlenen kelimeler ve göğsünün içinde çırpınan bir kuş... Gençliğindeki gibi değildi belki bu heyecan; daha olgun, daha derin, daha anlamlıydı. Yılların getirdiği her anı, her pişmanlık ve her gülümseme, o kısacık anda zihninden geçti. Dönmeden önce, sadece bir saniye duraksadı; sanki o anı biraz daha uzatmak, o sesi biraz daha içinde tutmak ister gibiydi.

"Sen de hala arkamdan sessizce yaklaşıyorsun," dedi Yıldız, yüzünde o bildik gülümsemeyle. İkisi de güldü, tıpkı onlarca yıl önce gizlice paylaştıkları kahkahalar gibi.

Gece, Yıldız'ın yanına oturdu. Aralarında yine o tanıdık sessizlik... İkisi de biliyordu ki, bu sessizlik rastgele bir sessizlik değildi. Yılların, yaşanmışlıkların, paylaşılmış ve paylaşılamamış tüm anıların ağırlığını taşıyan, ama aynı zamanda hafifliğini de içinde barındıran özel bir andı. Konuşmadan anlaşabilme yeteneklerini hiç kaybetmemişlerdi. Yıldız eşini kaybedeli on üç yıl olmuştu, Gece'nin savrulup durduğu onca kadın ise artık çok uzakta kalmıştı. Şimdi ikisi de oradaydı, ama artık çok mu geçti? Yıldız heyecanını saklamakta bir genç kız beceriksizliğinde bakıyordu Gece’nin yüzüne.

Sessizliği bozan Gece oldu.

"Ah, bir de şu martı olayı vardı!" diye güldü, gözlerinde neşeli bir ışıltıyla. "O gün parkta oturmuş, yine o hafta neler yaşadığımızı konuşuyorduk..."

"Evet," diye kahkahalarla karşılık verdi Yıldız, "tam da en duygusal yerinde, martının biri gelip ceketinin üzerine hediyesini bırakmıştı! Ben de..."

"Sen de gülmekten kendini yere atmıştım!" diye devam etti Gece, gözlerinden yaşlar gelerek. "Ben orada öylece kalakalmış, ceketime bakarken, sen çantandan çıkardığın mendillerle beni temizlemeye çalışıyordun. Ama gülmekten elin ayağın birbirine dolaşıyordu."

"Ve tam 'Bak, böyle temizlenir,' diye ukalalık yaparken, ikinci martı da senin suratının tam ortasına nişan aldı!" dedi Gece, kahkahasını tutamayarak. "O an donup kalmıştın, gözlerin kocaman açılmış..."

"O gün parkta herkes bize bakıyordu," diye hatırladı Gece. "İki olgun insan, martıların gazabına uğramış, kahkahalarla gülüyor... Sanki iki çocuk gibiydik."

Yıldız iç çekti. "Bazen düşünüyorum da, belki de..." "Biliyorum," dedi Gece, onun elini avucunun içine alarak. "Ben de düşünüyorum. Ama biz masalımızı en güzel şekilde yaşadık, değil mi? Kimseyi incitmeden, kimsenin kalbini kırmadan..."

"Ve şimdi burada, yine karşı karşıyayız, bu kez hayat bize karşılık veriyor sanki" dedi Yıldız, gözlerinde yaşlarla karışık bir gülümsemeyle. "Belki bu son karşılaşmamız olacak, kim bilir? Ama içimde öyle bir his var ki..."

Gece'nin gözleri de dolmuştu. Yıldız'ın elini biraz daha sıkı tuttu. "Biliyor musun," dedi titrek bir sesle, "ben de hep bunu düşündüm. Her gece gökyüzüne baktığımda, yıldızların parlaması gibi, sen de hep içimde öyle parlak kaldın."

"Ve sen de benim gecemdin," diye fısıldadı Yıldız. "Karanlık değil, huzur veren, güven veren, sırlarla dolu bir gece... Keşke o zamanlar..."

"Şşş," dedi Gece, parmağını nazikçe dudaklarına götürerek. "Pişmanlıklar için çok geç artık. Biz hikayemizi en doğru şekilde yaşadık. Başkalarının mutluluğunu düşündük, fedakarlık yaptık. Belki de bu yüzden şimdi burada, bu yaşta bile hala hayat bize bu şansı veriyor."

Yıldız başını usulca Gece'nin omzuna yasladı. İkisi de biliyordu ki, bazı sevgiler zamana yenik düşmek için fazla değerliydi. Onlarınki de öyleydi işte; yılların tozuyla değil, anıların pırıltısıyla parlayan, nadide bir mücevher gibiydi.

….

Gece her gün, aynı saatte, aynı bankta oturan Yıldız'ı görmeye geliyordu. Hemen her seferinde Yıldız ona ilk kez görüyormuş gibi şaşkın bir mutlulukla bakıyor, aynı heyecanı yaşıyor, aynı anıları yeniden keşfediyordu. Demans, Yıldız'ın hafızasını silmiş olsa da, kalbi hala aynı ritimle atıyordu Gece'yi gördüğünde.

On üç yıldır her gün aynı sahneyi oynuyorlardı. Gece için bu hem tatlı hem acı veren bir rutindi. Her gün, Yıldız'ın gözlerindeki o ilk tanışma parıltısını görmek, onun için hem bir hediye hem de derin bir yaraydı. Ama Yıldız'ın mutluluğunu bozmamak için, her seferinde sanki ilk kez karşılaşıyorlarmış gibi davranıyordu.

Sevdiği kadının yanında olup onu mutlu edebilmek için bu döngü içinde her gün aynı hikayeyi yeniden anlatmak da sevdaya dahildi. Gece için Yıldız, her gün yeniden keşfedilen bir hazineydi ve bu keşif, sonsuza kadar sürecekti, bir gece gökyüzünde buluşana dek.

"Belki de bu bizim en güzel hikayemiz," diye düşünüyordu Gece. "Her gün yeniden başlayan, her gün ilk kez yaşanan bir aşk..." Yıldız'ın hastalığı, onların aşkını zamansız bir masala dönüştürmüştü.

25.11.24

Cheers !

80’li yılların kült olmuş bir dizisidir, Cheers! Bir barmen ve müdavimlerin birbirleriyle devamlılığı olan ilişkileri üzerine kurulu bir düzendi dizinin içeriği. İyi, kötü, eğlenceli, dramatik ne varsa paylaşırlardı birbirleriyle. Hemen her gün uğradıkları o barda çok gerçek ilişkiler yaşanırdı. Güzel diziydi, şimdi olsun yine izlerim. Ben de tüm insan ilişkilerinin bir nevi alışveriş olduğuna inananlardanım. Ederi, bedeli, yatırımı ya da maliyeti hesabına girmem. Paha biçilemez bir alışveriştir bu. Tek bir karşılığı olabilir belki bu ticaretin, o da vefadır.

Hayatıma aldığım her insanı seçmekten gurur duyarım. Hele bir de karşılığında seçildiysem gururdan ölebilirim! Böyle yazınca çok züppece görünen bu gurur, aslında karşılıklı çok değer vermekten geçiyor. Karşımdakine olduğu gibi kendime de. Arkadaş bence insanın kendine yakışanı seçmesidir! Her biri bir başka renk, kimisi rengarenk. Gökkuşağından çevrem var benim be, kim durabilir önümde. Hali hazırda kendi ayakları üzerinde duran, ensesi kalın bir kadınım ama lüzum gördüğümde de sırtım yere gelmez. Daha ne isterim ki hayatta? Para pul mal mülk, hadi ordan…! Bunlar sevip sevildiklerin ve güvendiklerin olmadan pek sası kalıyor hayatta.

Orman içinde, göl manzaralı muazzam bir malikanede düşün kendini. Yapayalnızsın. Paraya konup yapışan dalkavuklardan bahsetmiyorum bak, yapayalnızsın! Düşün ki kapıda bir Bugatti seni bekliyor, cayır cayır yanıyor renkleri de. Gidecek kimsen yok. Muhteşem bir sinema salonun var, dünyanın en iyi ses sistemine sahipsin ama izlediğin filmi, o efektlerin nasıl da gerçekçi duyulduğunu, sana neler hissettirdiğini anlatacak kimsen yok. Sosyal medyada karşıma çıkmıştı bu söz, sahibini hatırlayamadım kusura bakmayın. İnsanın başına gelebilecek en kötü şey yalnız kalmak değildir, diyordu. En kötüsü kalabalıklar içinde yalnız hissederek yaşamaktır, diye de devam ediyordu. İşte tam da böyle bir şey önce para istemek. Para bizi paralıyor, paramparça ediyor, her bir parçamızı da rüzgarda savuruyor eprimiş banknotlar gibi. Etmeyin, önce mutluluk dileyin şu güzelim hayattan.

Gerçek arkadaşlar cüzdanınıza bakmaz çünkü. Gülmek bedavadır. İlle de bir meyhanede gülmek zorunda değilsin. Sarılmak bedavadır, ille de tropik bir adada gün batımına karşı sarılman gerekmiyor. Nasılsın derken ağızlarından bir nasılsın sorusu daha çıkar onların, gerçekten merak eder, dertlerinizi, neşenizi, heyecanınızı can kulağı ile dinlerler.

Sen de hayattan satın alamayacağın şeyleri dile n’olur. Diğerlerini çok istersen çalışır alırsın zaten ya da bir arkadaşın hediye eder. Kendine satın aldığın hiçbir şey sana, sen düşünülerek alınmış bir hediye kadar kıymetli olamaz.

Cheers!

Martini’sini yudumlayan yazarın.

Gittim ve Döndüm

Bu yaşımda ilk kez yurtdışına çıktığıma inanmayanlara inat, çıktım arkadaş. Bugüne kadar artık nasıl bol keseden bilgi dağıttıysam izleyip okuduklarımdan, gerçekten de çoğunluk inanmadı. Hadee canımmmm gibi tepkilerle karşılaştım. Hayır yani ayıp ya da günah da değil ya. Öyleyse de bir pazar günü kiliseye de uğrar çıkartırım üstümdeki günahları papaza nazır. Amen!

Tek başıma seyahat etmekten bir çıtır ürkerek çıktığım bu yolculukta, tek kelime bilmediğim Flemenkçe bir an olsun engel olmadı seyahatime. Zira anlamıyordum ve yine zira konuşana da pek rastlamadım. Yemyeşil ve sular altında kalmaya ramak kala bir ülkenin başkentinin sokaklarını arşınlarken hissettiğim aşinalık ise, nereden geliyordu acaba.

Böyle uzun cümleler kurmayı çok havalı bulmayı da acilen bırakmam lazım. Dumanlar tütüyor okurumun kulaklarından zaman zaman. Kıyamam!

Karış karış dolaştığım sokakları bugün bile gözlerimi kapamaya gerek duymadan yeniden yürüyebiliyor, kokusunu duyabiliyorum. Bu kokuların içinde bir takım ot yanıkları da var evet. Bir takım dediğime de bakmayın hani buram buram çeşit çeşit. Sevgili BoğaKöpeği, orada olan orada kalır! Kimbilir belki bir gün gideriz seninle de, o zaman hayali de gerçek olur. Orada ve döndükten sonra gördüğüm tüm rüyalar bana mahsus! Kıps

Evvelce tecrübesi olan çok güvendiğim bir kahramanımdan aldığım öğütlerle konakladığım mahalleye Nişantaşıçatlatan adını verdim zira Gucci, Hermes, Versace, Ralp Lauren ve tüm kuzenleri karşılıklı inci gibi dizilmişlerdi arka sokağımda. Kendileriyle aşık atacak halim olmadığından vitrinlerinin önünde kral huzurunda reverans yaparak yürüdüm her gün. Zaten çok da şey etmemek lazım, düşkünleri de değilim; eğlenceli olsun diye yaptım bunları. Oldu da, hele ki Hermes’i kapattığımız o gün!

Şimdi ben bunu niye mi yazıyorum cânım okur? Yok bir sebebi, hayatta her şey kısmet.

23.11.24

... Dokunur Ya Her İnsana

Hikayesi, gitmekle kalmak arasındaki o ince çizgide başladı. Sezen Aksu'nun şarkısında dile getirdiği gibi, unutulmak gerçekten her insana dokunuyordu. O da bunun farkındaydı. Şimdiye kadar hep kalan tarafta olmuştu; sevdiklerini uğurlamış, arkalarından el sallamış, özlemle beklemişti. Ama bu kez farklı olacaktı.

Gitmek, onun için cesaretin ve değişimin simgesiydi. Ataletin zıttı, yeniliğe açık ve cesur bir hareket. Artık geride kalıp yol gözleyen değil, hatırlanan ve özlenen olmak istiyordu. Ancak bu sefer aynanın diğer tarafında durmanın getirdiği endişeler de vardı içinde. Acaba geride bıraktıkları aynaya baktıklarında sadece kendilerini mi göreceklerdi? Yoksa onun bıraktığı izler de görünecek miydi?

"Gözden uzak olan gönülden de uzak olur" sözüne hiç inanmamıştı. Çünkü o, uğurladığı hiç kimseyi unutmamıştı. Belki de bu yüzden, kendisinin unutulma ihtimali onu derinden etkiliyordu. İnsanın başkalarının ruhunda bıraktığı izler kadardı değeri, bunu çok iyi biliyordu.

Bukowski'nin sözlerini kendine rehber edinmişti: "Sizi sevmediğimi düşünüyorsanız muhtemelen sevmiyorumdur. Sevdiklerimi şüpheye düşürmem." O da böyleydi; girdiği hayatlarda önce sınar, sonra tam anlamıyla kabul ederdi. Bu, onun kendini ifade etme biçimiydi.

Şimdi bu ani gidişiyle, alışkanlıklarını ve sevdiklerini geride bırakırken, içinde tuhaf bir duygu karışımı vardı. Can yakıyor olmanın verdiği o karanlık haz, ama aynı zamanda özlenme arzusu... Çünkü biliyordu ki unutulmak, ruhun en derin yaralarından biriydi.

Bavulundaki eşyalarını yerleştirirken aklına gelen son düşünce, belki de en güzel veda şeklinin ardında güzel anılar bırakmak olduğuydu. Çünkü unutulmamak, sadece fiziksel varlığınla değil, başkalarının hayatında yarattığın değişimlerle mümkündü. Ve belki de en güzel hatırlanma şekli, birinin gülümseyerek "iyi ki" diyebilmesiydi. Pencereden dışarı baktığında gün aydınlanmak üzereydi. Şehrin ışıkları uzaktan göz kırpıyordu. Belki de gitmek, bazen kalmaktan daha çok şey anlatırdı insana. Ve belki de bazı izler, mesafelerle değil, kalplerde bıraktığı boşluklarla ölçülürdü.

"Unutma be beni" diye fısıldadı son kez, ardında bıraktığı şehre bakarak. Trene bindiğinde güneş yeni doğuyordu, tıpkı onun için başlayan yeni hayat gibi.

5.11.24

Kirpi Gibiyiz

Bazen hepimiz öyle stresli değişimlerin, öyle çıkmazların içinde buluyoruz ki kendimizi, hem de bazen aynı anda; en yakınlarımıza batırıyoruz dikenlerimizi. Onlar da kan bağı ile bağlı olduklarımız ya da seçtiğimiz ailelerimiz oluyor genellikle. Bu yüzden belki de en açık yaralardan giriyor o dikenler çok can yakıyor, çok yakından geldiği için. Zamanla değil acısı, izi bile kalmayacak biliyorsun ancak bir daha batmasın diye hem daha çok özen göstermek isteyip hem de çekiniyorsun aman değmesin acıtıyor diyerek... Küçük bir çocuğun elini sobada yaktıktan sonra ateşten uzak durması gibi. Ez cümle, değişip dönüşüyor, dönüştürüyorsun. Peki bu dönüşen hala sen misin? Bu dönüşüm aileyi daha mı güçlü kılıyor yoksa sonunu getiren kaldırım taşlarını mı döşüyor teker teker sinsice? 

Ölümün bile artık acıtmadığına inandığım bu dünyada, kişilerden bağımsız olarak bana kaybetme korkusu yaşatan asıl sebep ne? Yıllar önce hala Ekşi Sözlük yazılan bir yer iken söylemiştim "kaybetme korkusu kaybetmenin başlıca sebebidir" diye. Kendi söylediğim sözün hangi kısmını idrak edemedim ki acaba? 


24.10.24

Kalan Sağlar Bizimdir

Büyümeyi reddeden içimizdeki çocuğa sesleniyorum. Büyüme kardeşim! Erol Evgin ne demiş "Hep Böyle Kal"! 

Hayatta eğlenmediğim her dakika yaşlandığımı hissederim. Gülerken yukarı doğru kıvrılan yüz kaslarım yer çekimine meydan okuyor. Bırakın mimiksiz, hom hom gülmeye çalışanları, hatta mümkünse çok uzak durun. Onların zaten değil humor'u, hayattan keyif alacak hisleri bile gelişmemiş. Güldün mü gözlerin çizgi haline gelip, yanakların uyuşana kadar, göğsünü, göbeğini hoplata hoplata kahkaha atacaksın, uzun zamandır hareket etmeyi unutmuş karın kasların yanacak gerilmekten. Hatta karşında da böyle gülen biri varsa ona bakıp bir tur daha güleceksin aynı şekilde. Elinde bir içki olmasına ya da masanın donatılmış olmasına da gerek yok hani, her yerde her koşulda ve herkese rağmen güleceksin böyle. Bırak ne derlerse desinler. Seninle bu yolda eğlenenlerle devam et hayatına, sonra dön gel botokstan ettiğin tasarrufla neler yaptın anlatırsın. 


Yaşadığımız bu günlerde, bu ülke ve dünya gündemiyle imkansız uzaklıkta göründüğünü biliyorum ama inan ki değil. Aynı dertlere ve kaygılara sahip bir kadın olarak -üstelik bu ülkede- sesleniyorum. Ağzını ayıra ayıra gülecek insanlarla donat etrafını. Yetişkin olmak ruhunu da yaşlandırman, eğlenceden vazgeçmen anlamına gelmiyor. Bırak sulu, zevzek, gevşek, ... vb. bulsunlar seni. Kim ne derse desin, kim yargılarsa derdine yansın. 


Doğru bir tane, o da mutluluk üzerine. Sevebiliyorken sev, gülebiliyorken durma ve bu konularda iyi olduğunu hissettiğin anda elindekileri çevrenle paylaşmaktan da çekinme. 


Delirttiğin her kişi yanına kâr! 

21.10.24

Uyudum mu?

Ekim sonu bir pazar gecesi. Aslında Pazartesi sayılabilecek kadar geçti saat gece yarısını... 02:18. Saygılar.

Bu uyku meselesi ilginç. Beni tanıyanlar bilir, daha önce de yazmıştım, uyku hiçbir zaman en iyi dostum, yarenim filan olmalı. Sevmem de kendisini. Mamafih lazım da. Ne onunla ne onsuz tadında düzeysiz bir ilişki içerisindeyiz. Özellikle pazar geceleri gelmeyen, gelse de bir türlü bünyeye dahil olmayan bir şey kanımca. Öte yandan şöyle de bir özelliği var. Yatmaya geç kaldığını düşünürsen yetmez, çok da umursamazsan iki üç saatlik bir uyku ile günü kolaylıkla devirebilirsin de. Böyle de sinameki bir durumu var. Gelir oturur göz kapaklarına, ta ki sen yastığa başını koyana kadar. Sonra hooop... bir arkadaşa bakmıştım haydi ben kaçar diyerek uzaklaşıyor. Sonra işin yoksa sağdan sola dön, bekle ki sıkılıp geri gelsin. 

Belli ritüelleri olduğuna da inanılıyor halk arasında. Özellikle çitten atlayan koyunları kıskanıp, biraz sayarsan durun tam da gitmemiştim geldim deyiveriyor mesela. Yani öyle deniyor ama ben bu saatte kıyamıyorum kuzucuklarıma, bırakıyorum onlar da uyusunlar. Derin nefes alıp vermeler var bir de. Meditasyon 101 dersinden iyi de biliyorum ama inadı inat bu uykunun. Artık tribal mi, muayyen zamanları mı var da direniyor kim bilir! Gelmiyor namussuz. Şimdi yeter yattığım yerde döndüğüm bari zamanı değerlendireyim diyerek yataktan kalktım ya, kesin damlar az sonra yanıma eee bu gece n'apıyoruz? diye. 

Rüyalarımdan bir geceliğine feragat etme pahasına direneceğim ve kararlıyım, yüz vermeyeceğim. Beni bayıltana kadar konuşur durur artık. 

Sabah servise yetişecek bir saatte uyansam bari (* bkz  başlık) 

6.10.24

Tutulma

Belli bir zaman geçtikten ve bazı gerçekler tedavülden kalktıktan sonra yayımlamaktan memnun olacağım bir kitap daha planlıyor ve yazıyorum şu ara. Kendi versiyonumla bir Milena'ya Mektuplar diyebilirim ancak. Hayır, elbette Kafka değilim; tahtında da gözüm yok. Herkes kendi yerinde değerli. 

Öyle içten ve samimi bir bir yerden yazıyorum ki bu kez kurgular değil, gerçekler dile geliyor. Yeminler edip, kendime sakladıklarım; sakladıkça ruhuma yük olanları yazıyorum. Her yük ağırdır ama bazısını zevkle taşırsınız, taşıdıkça da hayatı öğrenir, yer yer güzelleşirsiniz; bunu da eklemeden geçemeyeceğim. 

Biliyorum, zamanı gelecek. Yayınlayacağım. Ancak o zaman hafifleyecek içimde taşıdığım eşsiz güzellikteki bu yük. Huzur bulacağım mutluluğun yanı sıra. Elbette yine düşeceğiz yollara ancak bu defa her şeyi hatırlayarak. 

Zamanı bekliyorum ve biliyorum ki, her şey şu anda gerçekleşiyor. 

2.10.24

Umut Varsa

Koktu bu dünya. Hepimiz için. Zaten yokuş aşağı yuvarlanan dünyamız, artık serbest stil dönüşüne devam ediyor. Her şeye rağmen insanlıktan kurtulursa özüne dönebileceği umuduyla.

Bize henüz dokunmayan ama içimizi gıcıklatan yılan pek çoğumuz için bin yaşayadursun; gözlerinden silinen gülümseme ile dünyanın bir yerinde çocuklar daha şimdiden kaybedeni oluyor bu savaşın. Uzakta gibi görünen olaylar, aslında hepimizi derinden etkiliyor. Savaşların ve çatışmaların kurbanı olan masum çocuklar, bu acımasız dünyanın en büyük kaybedenlerini oluşturuyor.

Kötülük ve iyilik olarak tanımlanan olgular, dilediği dualitenin gerekliliğini yerine getiriyor olsun; insanlık bu varoluşunda bu acıyı paylaşamadıkça karanlık büyüyor. Bunu sebepsiz iç sıkıntılarımızda, manasız kabuslarımızda hissetmemek mümkün değil. Bu karanlıktan çıkış için hala bir şansımız varsa, o da gerçekten sevmekten geçiyor. İnsanı ve yaratılmış olan her şeyi.

Birbirimiz için iyilikler dileyişimizden, yaşayanlar için yapıcı dualarımızdan geçiyor bu yol. Küçük iyilikler ve anlayışlı davranışlar, büyük değişimlerin başlangıcı olabilir. Unutmayalım ki, her birimiz bu dünyanın iyileşmesi için bir fark yaratabiliriz.

İnsan denen varlık, bu evrenin en güçlü ve potansiyel olarak en kudretli varlığı. Bu gücü her şeye sahip olmak için kullanmak ise insanı virüse çeviren en büyük neden. Halbuki bu taraf, sevmek, daha renkli, kolay ve çabasız. Gelsene!

20.9.24

Gün Aymadan

Bu yazı genel olarak dört beş saat ortalamasında uyuyup, sabah bile demeye şahit isteyecek saatlerde dinç bir biçimde uyanarak geçirdim desem yeridir. Öyle mutluyum ki bu durumdan. Gün sanki 24 değil 36 saat oldu ve belki biraz da bu vesileyle okuyabiliyorsun bu satırları. Daha sabah ezanını okuyacak müezzin bile son rüyasına geçmemiş oluyor bu saatlerde. Evren ve ben baş başayız. 

Zaten sevmezdim uykuyu, kesin babasını da sevmezdim Sütoğlan!

20'li yaşlarımın başında, okuduğum Yalnızca Aptallar 8 Saat Uyur isimli orta şekerli bir kişisel geliştirme iddialı kitap da bu alışkanlığımı destekleyince, bilimsel makaleler ile teyit etmiş gibi gururla anlatmaya bile başlamıştım. Zaman kaybı değil mi gerçekten? Hayat akıyor, dünya dönmeye devam ediyor, uyku gerekli tamam biliyorum ama yani çok şey kaçırıyorum o esnada. Öncelikle gecenin sakinliğinde elime sıcak veyahut alkollü bir şeyler alarak gökyüzünü izleme keyfini çok sevdiğim güneş sunamıyor bana. Yaz gecelerinin muhteşem cırcır böcekleri, o sessiz saatlerde serenat gibi geliyor ve elbette abarttıkları saatlerde kulaklıklarım imdadıma yetişiyor. Evet, kimse sana seslenmeden, telefonun çalmadan rahatça çift kulaklıkla müzik dinleme özgürlüğü veriyor. Son ve bence çok da önemli olarak, yalnızlığından en çok keyif alabileceğin saatler bunlar. Herkes huzurlu uykusundayken senin hayattan kopardıkların ise sadece onunla senin aranda konuşmadığınız ama çok eğlendiğiniz anlar olarak anı defterine yazılıveriyor. İlla ki bir özelimiz olacak şu hayatla. Ona dair merakım da çok büyük, bilmeliyim. İlla ki merak ettiğim her şeyi öğrenmeliyim, çatlarım sonra. Etti mi sana +1 terapi seansı daha…

Saat biraz ilerleyip gün ufuktan yavaş yavaş kendini göstermeye başladı mı, bir de kuşlar giriyor sahneye. Onlar da güneş daha kendini göstermeden dansa başlıyor. Zaten hastasıyım gökyüzünde olan biten yaşayan her şeyi izlemeye. Eh, en çok da kuşlar kalıyor yanıma bu saatlerde.

Ne güzel süzülüyor ve istedikleri yöne hiç yorulmadan gidiyor gibiler, imreniyorum. Öyle doğal ki bu kuşlar için. Doğa üstü bir güçleri varmış ve bunun farkında bile değillermiş gibi. Hele ki sürüler halinde geçiyorlarsa, artistik bir şova dönüyor izlediğim bu manzara. Ben daha ikinci kahve için su ısıtmaya mutfağa gitmeye üşeniyorum, şunların ettiğine bak!

Her yıl dünyayı dolaşıp, geri dönüp aynı yuvayı, yeri gelince aynı kayığı ya da insanları bulan kuşlar var…! Bir kere kuş uçuşu gidiyorlar, yolda zaman bile kaybetmiyorlar. Otobüs beklemek yok, rötar yapan kanat yok, kışın buzlanma bile yapmıyorlar. Biz kuş beyinli diyerek geçiştiriyoruz zira kanımca minnoş egomuz zedeleniyor. Plaza çalışanlarının da %73’ü dün ne yediğini hatırlamıyor ne var yani – bilimsel araştırma değil, işkembeden sayfanıza! Binlerce yılda gelişen insan zekâsı ve yıllarca süren hassas hesaplamalara, doğrulamalara rağmen uçaklar, roketler, helikopterler kaçırmadı mı pistleri? Düşenleri saymıyorum bile. Peki siz hiç konacağı dalı ya da yuvasını pas geçip çakılan, yanlış yola giren ya da devrilen kuş gördünüz mü? Arada bir penguenler sürülerini karıştırıyorlar ama onlar da uçamıyor, bence sayılmaz ! Üzerinde süzülürken ani ve derin bir dalışla geri dönüyorlar evlerine. Milimetrik inişlerde de ustalar. Doğanın muhteşemliği karşısında Çin gibiyiz. Çok kalabalığız, ne görsek çakıyor, taklit ediyoruz ama işte marka sırıtıyor.

Alarmım çalıyor, sabah olmuş hiç söylemiyorsunuz.

İşe yetişmem gerek, giderken de saksağanları izlerim artık. Leylekler gideli çok oldu. 

Solgun

Bu sonbahar denen şey iyi gelmiyor bana. Net. 

Sabah bir kış sonu havası, öğleden sonra çakma bahar havası. Güneş var ısıtmıyor, ceket giysen sıcak basıyor. Neresinden baksan, ne idüğü belli olmayan bir mevsim. Ne öyle ne böyle, hem şöyle hem böyle. 

Üstüne bir de hastalık geldi ki ne zaman biraz üzülsem hemen bir nanemollalık, göğüs ağrısı ve ciğerlerin buselik makamı yayını. Deniz suyu ve iyot ihtiyacı hasıl oldu da bu yılı da pas geçiyorum besbelli. 

Bu paslaşma yüzünden mi yatıyorum? Her şeyin cevabınıda bilemem, yersen. Bundan sonra hayatımı etkileyebilecek konuları da test usulü, çoktan seçmeli katmak istiyorum hayatıma. 

Ateşim varken şahane rüyalar görüyorum. Bir günde altı rüya not almışım. Arada o işin oluru var mı bir bakmak lazım. Alarm sesini susturmak, kediyi öpmek, apronda el sallamak, yanan bulutların içinden geçip evlere ve evrenlere bakmak lazım. Ateş dedik ama, idare et biraz. 

Aaa sen de hasta deme ara gülelim biraz, iyileştirir. 

Öperler. 
(Satmadan iyileşilmiyor biliyor musun?)


18.9.24

Belki De Havalardandır

Son zamanlarda pek eğlenceli şeyler yazamıyorum. İçimden de gelmiyor.

Gerçekten eğlenmediğim, gülerken de düşündüğüm için belki, belki de gülmeyi bile hesaplamaya başladığım için ki en sevmediğim huyum da bu. Başlayacağım bu kuyruğun dik duruşuna hep güleryüzlü olmaya çalışmalara. 

Patlıyorsun işte kadın! Sustuklarından patlıyorsun. Susarken gördüklerinden, susturanlara diyemediklerinden. Sonrası bir ateş topu oluyor. 

Her şeye yetişmem gereken zamanlarda yine en çok da kendime geç kalıyorum. Zamanı geri sarabilecekmişim gibi.

Diyeceklerim bu kadar. 

Bazen

Çok şükür her işin altından kalkabilecek bir kadınım. Kendim halledemeyeceğim teknik bir konuysa da işin uzmanına ulaşacak, destek alabilecek kadar kafam çalışıyor. Araştırma, geliştirme, fikir üretme, aksiyona geçme benim işim evet.

Bazense sadece yardım edilsin istersin. Sadece kendini kıymetli hissetmek istediğin için. Aslında ensen dağlar kadar kalınken, benliğine aykırı bir biçimde ihtiyacım var diyebilmeyi becerdiğin anda sorgusuz sualsiz orada olunsun istersin. Bu hiçbir şeyin karşılığı değildir. Yaptıklarım alacaklarımın teminatı asla değildir. Bu duygusal bir ihtiyaçtır. Alabileceğinden fazlasını talep etmeyecek, kimsenin bağına göz dikmeyecek kadar yaşayıp anlamışsındır da bu hayatı ama kendini anlatmayı becerememiş olacaksın ki, senin iyiliğini senden çok düşünen biri çıkar ve hayır deyiverir. Bu ihtiyacını da anlayamaz elbette. 

Benim gibi duygusal zayıflıklarına sinir olan biriysen incinir, incindiğin için kendine de kızarsın. Kendi meşrebince eser gürler sonra da saman alevi gibi sönersin. Ardından pişmanlıkla karışık bir incittim mi duygusu gelir. Bol baharatlı. Ben mesela dinlendiğim kadar varım. Muhatabımın, ufacık bir kırgınlık ya da kızgınlık taşımadığından emin olana kadar anlatırım dilim döndüğünce, e döner de biraz.

Bunların hepsi yine geçmişe dönük bir takım eksiklerden, kırıklardan kaynaklanıyor. O kadar net görüyorum ki saman alevi soner sönmez. 

Şu hayatta gerçekten değer verdiğim çok az insan var. Var olduklarını da çok iyi biliyorum mamafih bu, elektrik kesildiğinde odana ansızın canavarlar dolmuş gibi hissettiren o korku ile aynı kaynaktan besleniyor. Canavar diye bir şey olmadığını biliyorum ama o yatağın altında sinsice bekleyen birisi olduğunun da gayet farkındayım.

Bu burada bitmedi, biraz daha iyileşmek gerek. 




11.9.24

Buradayım Firuze

Şehre dönüş ne arkadaş! Sanırsın yazdım kitabı bitti, çok da yoruldum, gittim Ibiza'ya kendime ait koyumda ve 50 metrelik yatımda üç ay kafa dinledim de, ülkeme sonbahar geldi biraz da çizme ve trençkot modasının ikonası olayım diyerek yurda geçici bir dönüş yaptım. Ya bir git n'olursun! Gülerim ben tutamam kendimi. Başka boyutların insanlarıyız. Tamam ben de isterim Eda Taşpınar gibi rengim olsun, aslında melezim ama kese köpük hep ağarmışız diyebilmeyi ama yani yavaşş be canım!

Bu şehre dönüş meselesini alışveriş kampanyalarının sonbahar döngülerinde ilk kim kullandı bilmiyorum ama belli ki hedef kitlesi çalışan kesim değil. Zira biz hep şehirdeki evimizdeyiz, kesin bilgi ama yayma zira misafir kabul edemeyeceğim. Bugün mevsimlik mütevazı bir sneaker arayışım esnasında girdiğim 25 web sitesinin birbirinin adeta kopyası modellerini görmeden önce, her sayfanın başında ve dahi reklam olarak e-posta ve smslerimin hemen hepsi aynı cümle ile başlıyordu. Şehre dönüşe özel süper fiyatlar, evet fiyatlar gerçekten süperdi. Genel olarak bir asgari ücretin çeyreği ile yarısı arasında bir yerlerde, sudan ucuz kampanya. Vay anasını sayın tüketiciler. 

Kanma cânım okur. Her yıl aynı hapı yutma işte. Paranı da sakla. Daha çoook tuzak var. Yılbaşı, sevgililer günü, 10.10'u 21.12'si bilmem nesi, yok artık devenin pembe bale pabucu!

Şehirden sesleniyorum. Hava sıcak ve ben uyandığımda bakkala bile gidemeyecek pijamalarımla uyuyorum. 


Ay ben bu yüzden mi az uyuyorum acaba? Bak yaaa....!


8.9.24

Kediyi...

Şu hayata dair çok atıp tutuyorum malumunuz. Şunu severim, bunu sevmem, bu böyle olmalı, öteki illa öbür türlü yapılmalı. Ne de çok biliyorum ben ya!

E sizden ötürü! Gelip gidip bana 218 yıldır bu hayatta tecrübe edinmişim gibi sorular sordunuz, cevaplarımı aldınız, kendinize yollar çizdiniz, eksik olmayın teşekkür edenleriniz de oldu arada. Yeri geldi ayaklı sözlük, yeri geldi arama motoru yerine koydunuz beni. Minnoş ego'm da bundan hoşlanmış olacak ki; ben de kendimi bayağı bir şey zannettim bu şekilde; e öyleymişim de anladım yine bazılarınız sayesinde.

Şimdi biriniz de akıl edip, bir kez olsun da bu kadın ne ister, bir şey sormak ister mi deseniz ya? Merak etmez, burnu yere düşse eğilip almaz mı dersiniz yoksa nasıl olsa merak ettiği her şeyin cevabını ya almıştır ya da nasılsa öğrenir mi? Bu sizce de biraz peşin hükümlü olmak değil mi?  

En çok soruyu da galiba, tahammül seviyemi en çok zorlayanlardan alıyorum. Hayır çok sordukları için değil tahammülsüzlüğüm; sabırla ve defalarca anlatırım tecrübeli bir öğretmen edasıyla. Yeter ki duyduklarını hatırlamak yerine nasılsa tekrar sorarım deme, benden aldığını akıl süzgecinden geçir, çaba göster ve takıldığın yerde yeniden gel.

Şimdi merak da edersin, kimlere tahammül edemiyor bu kadın diye? Neden mi? Çünkü gıybet, bilgiden ya da tecrübeleri tartışmaktan eğlenceli geliyor ama hahhayytt kül yutmam, isim vermem, ben bu tufaya düşmem. Bir an kendimi pazar magazinlerinde burnuna mikrofon uzatılmış ünlüler gibi hissettim. No comment, konuşmam doğru olmaz, yer dahi yerinden oynar! Nihaaann in aşağıya !

Tabi şöyle bir gerçek de var ki benim de karşımdakinin sabır sınırlarını ve sinir uçlarını zorladığım zamanlar oldu, görünen o ki daha da olacak. Bunu genellikle kendi sabrımı zorlayan olgular üzerinden yaparım.

Hazırsan bug'ımı açıklıyorum! Hem de az sonra değil, tam da şu anda! Bilmek! Tabi şimdi hayal kırıklığına uğramanı da pek istemem, bilmek istemem için merak edecek kadar kıymetli görünmeli şey ya da kişiler. Merak ettiğim her şeyi bilmeliyim ben. Bedeli ne olursa olsun hem de. Çünkü hep söylerim, en kötü cevap bilememekten, şüphede, sürüncemede kalmaktan iyidir ve ben bir kedi annesiyim! Bu bilmeye düşkün halim sebebiyle senin için arama motoru oluyorum zaten. Biraz daha derine, oradan öbürüne, haydi azıcık da diğerinden derken, araştırmalara doyamayıp tüpsüz dalıyorum kaynağa. Sonrasını biliyorsun zaten. 

Tabi araştırarak bulunamayan, ulaşılamayan gerçekler de var hayatta. Hatta muhatabına sorup doğru yanıta ulaşamadıkların da var. Onlar için yine aynı yöntemi kullanıyorum el mecbur. İçime soruyorum, bazen kendimi kandırır gibi oluyorum ama sonunda doğru cevabı buluyorum. Kerameti de bool bolll düşünmek ! 

O değil de ne düşünüyorsun? Söylesene artık, bir şey deneyeceğim.


Sabah Serinliği

Bu sabah yine çok güzel uyandım. Zaten ne demiş çok sevdiğim yazar; "Kediler Güzel Uyanır". Sabahın beşinden sonra görülen o en güzel rüyalardan birinden uyandım az önce. Başucumdaki birkaç taze lavanta dalının kokusu ile İzmir güneşini selamladım yatağımda. Hala zihnimde çevirip duruyorum diğer boyutta konuşulan ve bakışılanları. Rüyalarda olsun döküldü dudaklarımdan diye yüzümde huzurlu bir gülümseme. İyi ki! diyorum defalarca artı bir kez daha. 

Sabah serinliğinde bahçeyi ve biraz da kendimi suladıktan sonra, yarı ıslak halde verandada oturup bir kahve eşliğinde sağlığa zararlı tütün mamullerini tüketirken, sokaktan hızla geçip işlerine yetişmeye çalışan insanları izledim. İzlerken de düşündüm mutluluk denen şey bunların hepsi işte. Görebilmek onları, bahçenin müdavimi kediler bacaklarıma artistik patinaj hareketleri ile sürünürken, havadaki ıslak toprak kokusunu içine çekmek. Sevdiğin şehirde, sevdiğin insanlarla.. Zaten sevebilmek başlı başına bir mutluluk sebebi. Sevilmek demiyorum bak, aşk meşk meselesi değil. Ben böyle olduğum için yaz başka güzel diyorum - yine çok mütevazı sözler peşindeyim. 

Dedim ya, adeta bir kedi gibi ve üstelik evde iki kediyle uyandım. Teyzeleri sayılırım onların. Bir tekir ağabey ve bir beyaz prenses kendileri. Sabah sevişmemizin ardından Ege sıcağının ne zaman çökeceğini benden iyi bildiklerinden olacak, çekildiler evin en güzel ve serin köşelerine. Öperim yarı şeffaf kulaklarından. 

Bu şehre, çeyrek asırdır hep ayaklarım neticeme vura vura, eteklerim rüzgarda uçuşa uçuşa geldim. Bildiğin büyük şehir aslında, denizi, sıcağı, medeniyeti bir yana dursun, içindekilerle değerli, her yer gibi. Bazı zaman bitmek bilmeyen o yol, bazen de yol arkadaşlarımla eğlenceli birer maceraya dönüştü. Ardımızda kalan her kilometre ile mutlu oldum. Ne demiş bir başka yazar.. "Örneğin sen öğleden sonra dörtte geleceksen, ben saat üçte mutlu olmaya başlarım." Daha yola çıkacakken mutlu olurum ben. 

Yolda olma fikri zaten başlı başına huzur veriyor bana artık, dinginleşiyorum. Önceleri sadece varacağım noktaya odaklanırdım ve zaman geçmek bilmez, ağızda saatlerce çiğnenmekten sakız gibi acı bir tat bırakırdı. Şimdi ise, varacağım noktadaki maceradan bağımsız bir eğlence şeklini aldı zihnimde. Kiminle yola çıktığın önemli kabul ama yalnız olmayı da apayrı severim ben. Yalnız yolculuk, yalnız seyahat, yalnız tatil ve beraberinde gelen yepyeni selamlaşmalar ve bazen arkadaşlıklar. İnsan kendini tanıdıkça daha bir keyifli hale geliyor yalnızlık zaten. 

Sıcağı ile kavuran, kavurdukça daha da çok kendine bağlayan şehrin sokakları, yepyeni anılar için beni bekler şimdi. 

Biraz deniz koklayıp döneceğim, beklersiniz. 


Kırık

Kalbimi kırdım. 

Bunu bile birinden bekleyemedim kendim yaptım iyi mi? Zaten kim tenezzül edip de kalbime bakıp kırılacak eşya kadar değer verip bir de üstüne üstlük kıracaktı ki? Bu bile düşünmek, bir zaman özen göstermek manasına gelirdi. Çeyrek asırdır böyle bir özen görülmedi. Bu satırları yazarken, adeta tam ortasından içine çöküp yükseliyor göğsüm. Her çöküşünde kalbim sızlıyor. Çok tanıdık ve unutulmuş bir acı bu. Yıllardır duymadığın bir şarkı gibi. Melodi aklımda ama sözleri kayıp. Bu son cümle deja vu oldu mesela, ne önemi var aslında. 

Kalbim diyordum ki bak yine geldi o sızı. Karşılığı bulunmayan sevgileri istifra edercesine çıkarması lazım içinden, bu spazmlar başka türlü durmaz, çok iyi biliyorum. Çok tecrübe ettik bunu birlikte geçirdiğimiz onca yılda. 

Kendisine çok iyi bakacağıma söz vermiştim aslında, yaklaşık on iki yıl önceydi bu sözü verdiğimde. İyi de gidiyordum ama tutamadım sözümü be kalbim, yine parçaladım seni, olan sana oldu. İnan ben de hazırlıksız yakalandım bu kez. Bir gün bir uyandım ki oldu bittiye gelmişim. Çok da farklıydı, benim de yabancısı olduğum, çalışmadığım yerden geldi bu kez; hiç farketmedim. Affet ne olur, çabam sen kırıl diye, seni de görsünler diye değil; sevdiğimdendi sadece. 

Senle ben bir araya gelir, parçaları yine yerine yerleştirmek için elimizden geleni yapar, kurtaramadıklarımızı da bu kez gömeriz kimsenin bilmediği bir ağacın dibine. Bir türlü dikemediğim şu çınarın dibine belki. Sonbaharda yaprak döker bizim gibi, ilkbaharda açar içimizi ve hep yaşar. 

Kalbim, üzgünüm canım. Kimse kapıyı çalmayınca yine ben kırıp girdim içeri, orada mısın, iyi misin görmek istedim. Sen bile ben gelene kadar iyiydin. 

Hoşça kal. 

7.9.24

Fırdöndü

Aramadı, yazmadı, paylaşımlarımı beğenmedi, komik kedi videoları da göndermedi. E demek ki beni hiç düşünmedi. Ölmüş olabilir mesela. Çünkü yani başka türlü bana bana Bihter'ine bunu nasıl yapar ?? Ay bu başka dizinin repliği. 

Bir jenerasyon çocukluğunda fırdöndü oyununda hepsini al gelmesini bekleyerek geçirdi günlerini. Altında bu mu yatıyor yoksa tamahkarlığın uçsuz bucaksız sınırları mı bilemem ama ekmek değil ki kardeşim karşındaki, insan insan! Hepsini isteyerek, ondan bir parça daha koparmayı düşünerek geçiremezsin zamanını. Geriye ne kalacak mesela? Her trip, her kavga, her iğneleme, her cezalandırma ondan bir şey götürmüyor mu zannediyorsun? 

Senden götürdükleri zaten apaçık ortada. Sormuyor musun kendine hiç; her gün karşındakine kızacak bu kadar çok şey bulurken; nesini seviyorum ben bu adamın ya da kadının diye? Niye kızıyorum ya da gerçekte neye kızgınım, desen cevaba ulaşman daha olası aslında. Çünkü hayatının tam da merkezinde sen olmayan biri duruyor. Bambaşka bir çocukluk, gençlik ve belki de yetişkinlik yaşamış bir insan o. Senden önceki hayatını silip atsın istiyorsun ya, o senin dediğin filmlerde olabilir ancak, onlar da imdb'de bile yüksek puan almıyor. Eternal Sunshine of the Spotless Mind başka be cicim, o film bambaşka bir şey anlatıyor zaten. İstersen Men In Black'teki gibi her gün silelim herkesin hafızasını! O zaman unutabileceği diğer şeyleri kaldırabilecek mi prenses bünyen? Adın, doğum günün, bilmem ne dönümünüz, en sevdiğin çizgi film karakteri, maziniz..? Pek sanmıyorum be canım. 

Yıpranmış saçlarının uçlarını tamir eder gibi edemiyorsun ilişkileri. İki maske, bir keratin, saatlerce kuaför dedikodusu ve yanık kokusu ile 'hiç olmamış gibi' olmuyor. İlla ki çıkıyor dipleri. Elindeki kilden bir çamur olmadığı gibi, sen de heykeltıraş değilsin. Dönüştürmek, şekillendirmek, değiştirmek senin işin değil. Karşındaki insana yontulacak tomruk gözüyle bakıyorsan, nesini seviyorsun zaten ben bunu anlamıyorum. Olduğu ve geldiği gibi yaşamak gerek hayatı ve insanları. 

Çok sevip paylaştığın akışta kal, cesaretin varsa çırılçıplak kal da bekle bakalım, sen neye dönüşüyorsun. 






4.9.24

Huni ya da ne?

Sözlük anlamına göre hayal; bir şeyin gerçeği zannedilen veya gerçeğine benzeyen, benzetilen görüntüsü; olarak tasvir edilmiş. Görüntü tanımlaması biraz eksik geldi okuduğumda. Hayal duyulabilir ve dahi hissedilebilir kanımca. Görünmüyor ise hayal değil de, halüsinasyon mu oluyor yoksa? Halüsinasyonları da şu şekilde tanımlamışlar; kişinin sadece kendisinin duyabildiği, görebildiği, dokunabildiği ve koklayabildiği, gerçek olmayan duyuların algılanması... Bu tanımlara dayanarak belirtmek isterim ki sevgili okurum; klinik bir vaka olabilirim. Sen yine de benden duyup okuduklarını iyice bir süz harekete geçmeden önce. Peki, duyup hissettiğim bu duyuların gerçek olmadığını kim, nasıl, hangi delil ile ispat edebilir ki? O zaman mecburen şizofreni tanımını da vereyim ki hatırı kalmasın; başka şeyler kuruyor yoksa kafasında. Sözlük der ki; kişide, gerçeklerle olan ilişkilerin büyük ölçüde azalması, düşünce, duygu ve davranışlarda önemli bozulmaların ortaya çıkması gibi belirtiler gösteren bir ruh hastalığı. Beni soran olursa, görmediniz duymadınız bilmiyorsunuz.

Geçtiğimiz yıl bir eğitim esnasında, hayatı boyunca hiç hayal kuramayan insanlar olduğunu duyduğumda hayatımın en büyük şaşkınlıklarından birini yaşamıştım. Vizyonsuzluktan, imkansızlıktan değil, kuramıyor. Hayal kurmanın nasıl bir şey olduğunu bile hayal edemiyor. Başkası adına kalbim kırıldı galiba bunu öğrendiğimde. 

Zaman zaman bahsediyorum size. Film kopup gidiyor gündüz gözüyle bende diye. Son yıllarda popüler olan adıyla, paralel bir evrene geçip adeta orada yaşıyorum belirsiz bir süreliğine. Geri döndüğümde bir müddet hangi tarafın asıl gerçek olduğunu da sorguluyorum. Daha ileri de gidiyorum ihbar hattı niteliğinde. Gordüğüm rüyaları gerçek anılarım sanıyorum bazen.  Bazen de yazdığım öykülerin hangisinin aslında yaşandığını, hangisinin hayal ürünü, hangisinin rüyalardan devşirildiğini karıştırdığım oluyor. Bu tarafın daha kalabalık olması mı onu gerçek yapan yoksa hepimizin aynı rüyayı görüyor olamayışına inancımız mı gerçek kılıyor bu dünyayı? 

Ya değilse? Ya rüyada gerçeğe kavuşuyorsak? Ya hayal ettiklerimse gerçeğim? Ya aynı anda ve her biri gerçekse, gerçek sandığımız gibi, yalnızca bir adet değilse ya da biz "bir"i yanlış anlıyorsak? Bir, parçalardan oluşuyorsa, her parçası birbirine benzemiyorsa mesela? Köşeleri, yamuk ve girintili kenarları, bambaşka renkleri, kokuları varsa, ilk bakışta farkedemiyor olamaz mıyız bir bütüne ait olduklarını? Farklı olmaları onları ayrı mı yapar ya da yok mu eder?

Aklından geçmiş olabilir diye belirtmek isterim ki sarhoş ya da herhangi bir madde etkisinde değilim. Sen beni son yıllarda durgun, dalgın, sıkılmış gördüğünde, ben genellikle bunları sorguluyorum bir kenarda, keyifle. Kendi savunduğum savları çürüte çürüte, pek çok yanı bize hala karanlık olan şu basit varoluşun çapraz sorgusunu yapıyorum elimden geldiğince. Henüz tüm cevapları alamadım ama mavi tik göründü görünecek, vakit yaklaşıyor artık. 

Aydınlık günler, duru zihinler dilerim. 

29.8.24

Aslında Kutu Yok

Çok sevenim var mıdır bilmem ama sevdiğine emin olduğum can arkadaşlarımdan pek çoğundan çok güzel sevdiğimi duymuşumdur. İnsan kendiyle bu şekilde övünmez, amacım övünmek de değil zaten. Bence ben düz seviyorum, dışarıdan nasıl görünüyor bilmediğim gibi umursamıyor ve başka türlüsünü de bilmiyorum ki. 

Hani rüyaların çok canlıdır, istediğin gibi şeklini ya da gidişatını değiştirirsin veyahut uyanıp istediğin yerden devamını görürsün ve en önemlisi bunu sen yapabildiğine göre herkes yapabilir zannedersin ya. Yoook artık! Bunu biraz olsun başarabilmek için birikimlerini ve yıllarını gurulara, yogilere, seanslara, ritüellere adamış öyle çok insan tanıyorum ki, anlatamam sevgili okur. İşte başka türlü sevmek ne demek, ben de tam olarak böyle bir sebeple bilmiyorum. Bana göre sevmek sevmektir işte. 

Dedim ya bir başka severim ben, gerçekten de en güzel huyumdur, çünkü kendim için yapıyorum bunu. Ben severken mutlu olduğum için seviyorum yani. Sevmeyi seviyorum. Kalbimin sesini en çok da böyle zamanlarda seviyorum. Çoğu kez bu sevginin muhatabıyla ilgisi olmuyor. Elbette o, tam da öyle biri olduğu için seviliyor ama aslında ben sevdiğimi değiştirmeyi asla düşünmediğim için sevildiğini bilemiyor. Bilmesi de gerekmiyor zaten, artık böyle en azından. 

Gençken birini seviyorsam mesela, söylememeyi riyakarlık, yalancılık, dolandırıcılık ve iki yüzlülük sayar gider anlatırdım kalbimden geçenleri dilediğim gibi. Artık, sevmenin sevenle bağının daha güçlü olduğunu bildiğimden mi vaktiyle kalbimi çok kırdığımdan mı bilmem, susup izlemeyi, tadını çıkarmayı tercih ediyorum. Nasılsa kimse kimseyi ve hiç bir şeyi çaba gösterdiği için, gidiş yolundan sevmiyor ve bunu bilmemek için çok naif olmak gerekiyor böyle bir dünyada. Ha bir gün gelir, o birileri gelip çaba gösterir, o zaman başka şeyler de yazışırız okurcuğum. 

Ez cümle, sevin, şansınız varsa sevilin de; olmuyor mu, hala atabilen kalbinize ve yerini hatırlatan tüm sevgi ve sevgililere teşekkürü borç bilin. Çok da zorlamayın, gülün eğlenin. Var Mısın Yok Musun? Kutumuza mı gideceğiz, yoksa Hamdi Bey'den teklif mi alalım diye çok da düşünmeden, zamanı gelince de bir eyvallah diyerek o hassas kalbinize sahip çıkın. 

Hayat gülebilmek için çok da uzun değil, hiç bir fırsatı kaçırmayın. Haydi bakalım. 


Eyvallah!

27.8.24

Parçalarım

Hayır canım, saldırı mahiyetinde değil! Onlar benim kendi has öz parçalarım. Her biri başka yerlere dağılan, gömülen, kimisi benden koparılıp götürülen ve geri getirmeye tenezzül bile edilmeyen... ama hepsi benim, bana ait. 

Şimdi baktığınızda dimdik ayaktayım, öyleyim de gerçekten, çok şükür ama her günü de bir bilmemek gerek. Saçlar, kıyafetler, yeri gelince savaş boyaları, en topuklu ayakkabılar... Estire estire de gezerim assolistler gibi. Çok da severim hakim bir tepeden, yükseklerden hava durumu takip etmeyi. Serin serin! Peki aslım, gerçeğim bu mu diyecek olursanız, kimin öyle ki? Yani umarım kimsenin en doğal! hali böyle değildir en azından. Ev hali diye bir şey var mesela, dizi çıkmış pijamalar, üstünden kaçan tişörtler, elbette pek sevgili sütyensizlik ve paçaların içine sokulduğu çoraplar ve olmazsa olmaz tepede bir topuz! yani saçı olanlarımız için geçerli bir opsiyon tabi bu. Öyle TV dizilerindeki gibi yürümüyor işler. Makyajla uyanmıyorum mesela, saçlarım elektrik çarpmış gibi oluyor, ağzım yüzüm yamuluyor, yastıklarla hemhâl oluyorum. 

İşte özellikle de akşamları işten eve gelip de bu şekle şemâle girdikten ve biraz aile saadeti tattıktan sonra kendi köşeme çekildiğimde, arada bir de olsa ben de düşünüyorum, şöyle bir bakıyorum nerelerde ne parçalar bırakmışım diye. Kimi çocukluğumu en güzel biçimde yaşadığım Moda'da, kimi henüz bir kasabayken Marmaris'in sazlıklarında, kimi bir günlüğün gizlice okunmuş sayfalarında, kimi Büyükada'da ahşap bir evinin dalgalı kıyılarında, kimi Beşiktaş'ta bir öğrenci evinde ya da bir apartmanın en üst katının geniş terasında, kimi şehirlerarası bir yolda, kimisi ise bir ıhlamur ya da kiraz ağacının dibinde... Bazıları ise yeniden benimle, yapıştırıldıkları yerde öylece duruyorlar. Artık üzerimde taşıyamadıklarımın yerlerini ise ruhum biliyor, hatta hissediyor hala.. 

Her bir kırılıp da dökülen parça için sil baştan başladım bu hayata. Her defasında daha yorgun hissettim önceleri ama sonra daha dingin, daha olgun ama daha suskun ve mutlaka daha güçlü olarak geri dönmeyi de bildim. Hiç mütevazı olamayacağım bu hususta.

Siz beni gülerken, güldürürken, yerli yersiz şakalar yaparken, sataşmalara doyamazken görürsünüz genellikle. Ya ne olacaktı? Her birinin ardından kahrolup yerin dibine mi girecektim? Gülmek yapıştırır! Hem öyle güzel yapıştırır ki, kahkaha atarken, eğer bakmak istemiyorsanız sizi güldürenlerin ek yerlerini göremezsiniz. Gerek de yok zaten. Öyle ulu orta gösterilmez yaralar. Defalarca söyledim bak, dik tutacaksın kuyruğu. 

Hoş böyle olunca da gamsız, tasasız, vurdumduymaz, goygoycu sayılıyorsun; gerçekten bir derdin olduğunda yüzüne bakıp ciddiye alan da pek bulunmuyor, ama olsun. Biz kediler kendi yaralarımızı kendimiz yalar iyileştiririz. Aptal değiliz, sadece görmek istemediğimiz yere bakmıyoruz!

Altını çizmek isterim ki bu bir melankoli yazısı değildir! Geçmişe o tarz bir özlem içinde değilim. Yaşadığım her şeye ve vesile olan herkese minnet duymasam da, anlıyorum artık. Hep anladığımı söylerdim ama artık durum farklı. Verdiğim her kararda, cevapta, yanıtın nereden geldiğini de görebiliyorum. Adeta lisede bir deneme sınavına girmişim de, artık cevap anahtarı ve hatta çözüm yolları elime verilmiş gibi ki; bak lise yıllarımı neredeyse hiiiiç hatırlamıyorum. 

Evet canımın içi okur, ben de unutuyorum aslında bazı şeyleri, hatta bazı yılları ve çoğunlukla da acıları. Canımı sıkmış olsun yeter, nasıl unutulduğunu kendisi bile anlamaz o anıların. Mutlu eden, huzur veren, içimi titreten her bir an ise hafızama nakşediliyor itinayla. Sherlock'un hafıza sarayını hatırlasın bilenler. Evet, belki her oda dolu ama hangisine girilebileceği, hangisini en alt katlara kilitleyebileceğim gücü ise yalnızca benim ellerimde. 

Anahtarlar paspasın altında da değil, hiç arama boş yere. 

20.8.24

Premsesin Uykusu

Hastasıyım sosyal medyada hayatını sabah huzurla, mutlulukla ve illa ki güneş tepedeyken ve elbette fönü bozulmadan, göz makyajı pandaya dönmemiş uyanıp kaydedip -kamerayı kim kac saat tuttu da çekti o prensesi belli değil-, öğlen çok sağlıklı bir bowl ve smootie -hayır bir kase salata ve soğuk sebze suyu demiyoruz ona- ve kız kankaları ile pozlar kesip, akşam da ille bir event'e davetli olmak zorunda olup, bir giydiğini bir daha giymeyen, evinin bir köşesini sadece bunlara ayırmak için günde on beş kez farklı dekore edenlerin. 
Ben de işte tepede topladığım ve dağılan topuzum, yaz diye giydiğim transparandan hallice ve sağımı solumu uyurken yatakta çizdiğim 38587 sebebiyle ortaya saçan bir tshirtümle ve ıslak yastığıma ve sözde üstümü örtsün diye serdiğim pikeyi kucaklamış uyanıyorum. 

Diyeceklerim bitmez bilirsin ama şimdilik bu kadar. Bu sabah kesin o pike ağzımda uyanacağım. Prensesin laneti!

19.8.24

Cloud Number 9

Eminim senin de hayatında senin iyiliğini senden daha çok düşünen birileri olmuştur. Bu kişi bazen ailenden, bazen de sosyal çevrenden olmuştur ama illa ki olmuştur değil mi? İçinden de şöyle geçer; tabi ben aptalım, düşünemedim değil mi?? diye. Aklın, mantığın sana yetiyor hatta artıyor ve dağıtıyorsundur çünkü. Ben de böyle düşünüyorum genellikle. Özellikle de birisi benim iyiliğimi düşünerek istediğim bir şeyden vazgeçirmeye çalıştığı zaman. Kızıyorum da hatta karşımdakine söylemesem de. Sonra... Tek başıma kaldığım ve kimseye itiraf etmek istemediğim saatlerde ise kabulleniyorum onun haklılığını, tabi ki yine de kuyruğu dik gösteriyorum, bunu biliyorsun artık zaten. 

Bıraksa da düşsem diyorum, o kadar güzel ki bu fikir. Bir buluttan arkanı dönüp kendini öylece aşağıya bırakmak ve bir sonraki bulutun yumuşak kucağına varana kadar havada süzülmek. Kapat gözlerini şimdi bir düşün, muhteşem değil mi? Ben de biliyorum bir noktada düşmek için kollarımı açtığım son bulut olacak. Sonrasında kendimi bıraktığımda yere çakılacağım, bunun bir uçurumdan atlamaktan hiç bir farkı olmayacak. 

Önünde sonunda varacağımı bildiğim bu son sebebiyle, o çok sevdiğim düşüşlerden dahası uçuşlardan vazgeçmek zorunda mıyım? Bu kadar garantili mi yaşamalıyım hayatımı? Sabah uyanacağımı kim garantiliyor? Bu buluttan vazgeçersem başka bir bulut daha bulabileceğimi peki? Ben kendi an'ımın ve anılarımın peşindeyim. Anlatabilecek miyim bilmiyorum ama hatırlayacağım ve bu kez iyi ki kaçmamışım diyebilmek için yaşamak istiyorum. 

Beni düşündüğün için çok teşekkür ederim ama sen bir kez söylediğinde, ben onu günler önce düşünmüş oluyorum zaten. 

İyi ki varsın ama lütfen beni tutmak zorunda hissetme kendini. 

Metamorfoz

Sarı saçlar bende bir illüzyon gibiydi en naif haliyle. Bir deneyim, farklı hem de kendime en uzak halimde bile ben olabileceğimin ispatı için bir başkaldırıştı. Öyle sandığın gibi depresyon hilesi değildi yani! 43 yaşındayım, hiç öyle sıradan bir tavır ya da hal hatırlamıyorum kendimle ilgili. Hatırlıyorsan onu da sen yazarsın bir ara okur güleriz. 

Yaklaşık üç buçuk yıl süren sarışın hallerimi tasvir edecek olsam, gitgide daha yumuşak başlı, daha sakin, daha olgun diyebilirim. Hayır! Elbette bunun bir saç boyasına dayandırılacak tarafı yok. Boya kanıma nüfuz etmedi, şekle aldanma! Ancak aynadaki aksimle ne zaman göz göze gelsek, bir başkasına benzettik birbirimizi. Çokça gülüp eğlendik ama zaman zaman tanıyamadık. Sonuçta yeniden tanıştık ki başıma gelen en güzel şey buydu ömrüm boyunca. Zaten hayat da 40'ında başlıyor deniyordu o şarkıda, vallahi haklılar. Aslında nesin, kimsin, neyi kimi nasıl seversin ve hepsinden önemlisi sen bu hayatta ne istersin bu yeniden tanışma esnasında eline yazılı bir kitapçık vermişler gibi kristal netliğinde beliriyor zihninde. 20'lerinde ve 30'larında o çok iyi anladığını sandığın anılarını, çok sevdiğin biri adına utanır gibi izliyorsun. Yine de çok seviyorsun, orada değişen bir şey yok! 

Saçlarımı boyamak üzerine yazacağım hiç aklıma gelmezdi ama sarışının adı değişiyor sevgili okur. Öz'üne dönüyor, her anlamda. Büyük bir değişim kapıda, bunu en derinimde bir yerde, çok kuvvetli bir biçimde hissediyorum. Bu basit görünen birkaç saatlik kuaför işlemini, bu değişim için bir hazırlık gibi düşün zira gümbür gümbür geliyor. 

Değişen sadece bir saç rengi ya da ben olmayacağım; sen de değişeceksin. Öyle büyük bir değişim ki bu, dünya bile değişecek çünkü hayatımı da ben yazıyorum. Orada olduğunu düşünüyorsan, sen de sıkı tutun ve hazırlan. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Büyük değişimler genellikle önce içinden çıkılmaz bir kaos gibi görünse de, çoğu zaman eşi benzeri olmayan bir düzenle sonuçlanır. Yeter ki bu değişime ve dönüşüme ulaşacak güç ve zorluklarla baş edecek cesaretin olsun. Biraz da istek ve çabayla süslersen, altından kalkmak bir yana, bu yeni düzenin parlayan yıldızı olursun. 

Zorlu bir yola çıkarken yapman gereken gibi, yalnızca çok önemli şeyler al yanına. Kıymetli ama küçük bir çanta hazırla. İçine önce kendini sonra da yangında ilk kurtarılacakları koy. Sonra da hayatına devam et. O an geldiğinde çantanın yerini gözü kapalı bul. Bu yolculuğun tadını çıkartmayı da sakın unutma yoksa fırtına dinip de durgun sulara ulaştığında, artık bir adım daha atacak enerjiyi kendinde bulmakta çok zorlanırsın. 

Ne güzel anlatıyorum değil mi bilmiş bilmiş. Anlatırım tabi, çok tayfundan, depremden geçtim. Evet hepsi çok büyüktü çünkü bana aitlerdi. Hakkını verdiklerim ve veremediklerim oldu ancak geride elimde kalanlar şimdi o çantanın içinde, adeta şimal yıldızı gibi aydınlatıyor yolumu. Hala yıkılayazdığım günler oluyor. O zaman çantamı açıp pusulama bakıyorum. İçimi, kendimi gösteriyor ve biliyor musun asla şaşmıyor! 

Vira vira ! 



10.8.24

Gül

Beni uzun zamandır tanıyan herkes bilir ki daha yirmili yaşlarım bitmeden, oldukça uzun bir zaman yeniden İstanbul'a dönmenin, orada yaşamanın, orada kalmanın, arkadaşlarımdan bir an bile uzak kalmamanın yollarını aradım durdum, e başardım da.  

Henüz bu arayış esnasında, yine mevsim yaz ve ben yine bir İzmir ziyaretindeydim. Yanında evimde hissettiğim arkadaşımın da Almanca kursu devam ettiği için gün içinde Kıbrıs Şehitleri civarında yalnız geçireceğim üç-dört saatim oluyordu. O zamanlar gençlik ateşi tabi, aklım da birkaç karış havada, muhtemelen de aklımda merak edip durduğum birileri var. Bir baktım ki ara sokaklardan birinde sağlı sollu iki üç katlı binaların hemen hepsi fal kafe. İç bir Türk kahvesi sonrasını bize bırak, oooo neler neler anlatırız tadında bekliyorlardı.

Zaten sıcaktan da caddedeki dükkanlarda çalan aynı şarkılardan da bunalmıştım, daldım gözüme en cici görünen kahveciye. Orta şekerli bir kahve söyleyip başladım camın önündeki ahşap masada beklemeye. İçerisi de kalabalık, en az altı yedi kişi daha bekliyor benden başka. Güzeell, hem serinler hem dinlenir hem de eğlenirim biraz! 

Üzerinden yaklaşık yirmi yıl geçmesine rağmen, fal bakan o ablanın kıvırcık turuncu kızıl saçlarını, beyaz tenini ve gülen yüzünü hiç unutmamışım, şimdi bile orada göz ucuyla beni izliyor bir başka heveslinin falına bakarken. Bir saatten uzun bir süre bekledim gerçekten sıranın bana gelmesini. Yapacak daha iyi bir işim de kedi merakımdan vazgeçmeye niyetim de yoktu. 

En sonunda sıra bana geldiğinde artık özene bezene kapattığım fincanım buz gibiydi ama ya o akan telveler kurumuşsa ve fincanı tabağa yapıştırdıysa! Endişeliydim zira biliyordum ki kimse bakmazdı o fala! Bunları düşüne düşüne artık yıllanmış hissettiğim o masadan kalkıp kıvırbaş falcı ablanın masasına transfer ettim kendimi.

 

Hoş geldin beş gittin derken fincanım onun önünde, eli fincanımın üstünde sanırım bir dakikaya yakın bir süre birbirimize gülümseyerek baktık. Bu bakışma o kadar uzadı ki artık yüzümde garip bir sırıtış olduğuna emindim. Neyse ki bozdu bu sessizliği ve "neden geldin?" diye sordu. Artık yüzüme yapışan o gülümsemeyle "e kahve fal filan işte" dedim. Gülümsedi ve tekrar sordu "Onu sormuyorum, sen neden geldin ki?" diye yeniden sordu. Anlamamıştım. O kadar sıcacık bir tavırla soruyordu ki bu soruları dayanamayıp "Gideyim mi?" diye sordum. Gülerek yanıtladı "bilmiyor musun bu fincanın içinde ne olduğunu" diye yeni bir soruyla gelince, belli etmemeye çalışsam da oldukça gerilmeye ve beklediğim onca zamana pişman olmaya başlamıştım. Toyluğumu ve anlamadığımı kavramış olacak ki açıklamaya başladı. "Senin bu ya da bir başka fala falcıya ihtiyacın yok. Başına gelecek, yaşayacağın her şeyi buradaki herkesten daha iyi biliyorsun" dedi. Gerçekten de o kadar hayat tecrübesiziydim ki neden bahsettiği konusunda zerrece fikrim yoktu. Söyledim de bunu ona. Açıkça


-            “Neden bahsettiğinizi anlamadım ve nasıl bilebilirim ki ne yaşayacağımı? Falı da biraz eğlenceli bir şeyler dinleyeyim, biraz manitacılık yapayım tadında baktırmak istemiştim. Hani diyorlar ya, birileri bana beni anlatsın diye, terapi niyetine.”


-            “Tamam o zaman nasıl istersen" dedi ve kaldırdı fincanı sonunda ve koydu masanın üstüne. 


Bir anlığına bakıyor, sonra bana dönüp anlatıyordu. Başka neler anlattı hatırlamıyorum ama "köprü ayaklarını gören, denizin dibinde bir iş yerin olacak. Ofisin köprü ayaklarını, birkaç üst katı ise boğazı görecek dedi." 

Dedi ama bilmiyordu ki benim işsiz olduğumu, İstanbul'da iş aradığımı. Hatta o anda ben bile bilmiyordum hangi web sitesinde hangi iş yerlerine hatta hangi pozisyonlara ne zaman başvurduğumu.


-            "Çok yakında başlarsın ama ilk gidişinde beni ara haber ver" dedi.

-            “Aaa tabi ki, çok da tatlısınız.” filan diyip

geçiştirdim, falın sonunda da çok teşekkür edip ayrıldım oradan.  

Ertesi sabah arkadaşım, ailesi ve ben kahvaltıdaydık henüz telefonum çaldığında. Bilmem ne firmasından arıyoruz yarın görüşmeye gelir misiniz dediler. İstanbul'da başvurduğum firmalardan biriydi. Bursa'ya bile uğramadan direkt bir İzmir-İstanbul seferi ile atladım otobüse, aldım soluğu Kavacık küçük terminalde. Bir taksiye atladım, önce valizimi sonra da adresi verdim. Şoför adresin çok yakın olduğunu söylediğinde başımı kaldırıp nerede olduğumuza bakma ihtiyacı duydum ve ilerlediğimiz sokağın sonunda plazalar ile birlikte köprünün ayaklarını gördüm!  

Nasıl olabilirdi ki? Kendime inanamaz bir halde aradım gerçekten falcı ablayı...

-            "Merak etme çok güzel bir yer, orada uzun bir

Zaman kalacaksın ve hayatını değiştirecek." dediğini hatırlıyorum. Bir daha da konuşmadık o andan sonra. 

Yaklaşık beş ayrı mülakat ve üç değerlendirme merkezi aşamasının ardından işe başladığım ilk gün masamın yerini gösterdiklerinde, galiba birkaç saniyeliğine dilim tutulmuştu. Masamın arkasındaki geniş pencere köprünün ayaklarını görüyordu, öğle yemeklerini yiyeceğimiz 360 derece panoramik teraslı yemekhanemiz ise köprünün kalanını ve boğazı kucaklıyordu. 

Gerçekten de hayatımı değiştirmiş ve bugünkü meslek hayatıma büyük katkılar sağlamıştı orası.

Tüm bunların ardından ben gerçekten de başıma gelecek her şeyi biliyor olabilir miydim? Öyleyse neden hatırlamıyordum? Bildiklerimi nerede sakladığımı bilmiyordum belki de, bunu da zaman gösterecekti.  

Sen sormadan söyleyeyim. Hayır telefonu artık yok, kafeyi de görsem tanımam.

Fal da iyi bir şey değildir zaten. 

9.8.24

Çocukluk

Bir evlat kaybetmekten daha kötü bir şey olamaz der herkes. Çok sevdiği kedisi ellerinde son nefesini vermiş olan biri olarak bunun acısını bile tarif edemezken, değil anlamak, tahayyül etmek bile istemem böyle bir gerçeği. Eminim haklılardır. Umarım kimse anlamak zorunda kalmaz böyle bir duygunun neye benzediğini. Bakmayın böyle tatsız bir konuyla başladığıma, böyle devam etmeyecek.

 

Moda’daki evlerinden, dostlarından, rengarenk sofralarından, yaşadıkları hayattan çok uzaklara gitmeye karar veren, bugün pek rahmetli olan canımın içi anneannem ve dedem; 1983-84 yıllarında Marmaris’e yerleşme kararı almışlar, tam da böyle bir deneyimin ardından. Ben bebek sayılacak yaşlarda olduğum için bu detayları uzun yıllar geçtikten sonra öğrendim. Gerçekten ne yaşamış, ne hissetmiş olabileceklerini tahmin edebilmem ise daha ileriki yıllara dayanır.  

 

Pek mutlu, güler yüzlü hatırladığım, ki bugün bile gülümseyen yüzümü o günlere borçlu olduğumu düşünürüm, çocukluk anılarımın en renkli zamanları, ya benim de büyüdüğüm Moda sokaklarında koştururken yara bere içinde kaldığım ya da anneanne ve dedemin yanına Marmaris’e gidip tüm yazı birlikte geçirdiğimiz o günlerdir.

 

Anneannem bir küçük Kraliçe Elizabeth olup -mavi kan değil, fiziksel ve asaleten benzerlik -, mutfakta, dikişte ve insan sevgisinde kendisine beş basacağından şüphem yoktu. Kıvrak zekası ve el becerileri ile tahminen bu hayattaki ilk on iki, on üç yılımızın hot couture tasarımcısı ve uygulayıcısıydı, elbette annemle birlikte. Dedem ise… Dedem bence dünyanın en eğlenceli insanıydı. Arada anneannemi çileden çıkaracak şakalar da yapsa, koç burcu gerçekleri, sanırım benim en eğlenceli, en iyi yaz tatili arkadaşım oldu her zaman. Öncelikle hala çok sevdiğim Pembe Panter melodisinin evin kapı zili olduğu gerçeği dedeciğimin eseriydi mesela. Sevdiği ama kendisini kızdıran herkese bok herif diye seslenir, kişiye özel sataşmalar da yapardı. Sabahları erkenden kalkar, hala yeni ütülenmiş çarşaf gibi pürüzsüz saatlerinde, evin az ilerisindeki sahile, yüzmeye giderdi. Çok üzülürdüm onu kaçırırsam, o yüzden sabaha karşı tuvalete filan kalkarsam uyumamak için çok direnirdim, bir çocuk ne kadar direnebilirse. Başarabildiğim günlerde ise mutlaka alırdı beni de yanına, şimdi bile gözümün önünde nasıl da uzaklara doğru ip gibi bir çizgi üzerinde yüzüp geri döndüğü. Bir de mobileti vardı Peugeot, kara kaçan gibi bir şey. Henüz Atom Karınca boyutlarında olan beni önüne oturtur, belime sarılır, Marmaris’in henüz kasaba olduğu o günlerde tanıdığı tüm esnafı gezerdi benimle. Belki de hala bu yüzden çok sever ve sahiplenirim mahallede yaşamayı ve esnaf kültürünü; evimde hissettirir bana. Arada da dönemin kanlı ve acı geçmişiyle sürgün yiyerek ideallerinden vazgeçmek zorunda kalan, adı kısa kendisi dev, kalbi ise pamuk gibi emekli öğretmen arkadaşının yanına götürürdü. Yalancı Boğaz’da kendi yatlarını yapardı ve bayılırdım o kerestelerin içinde kokularını genzime çekerek dolaşıp oynamaya. Şimdi bunu yazarken yüzümdeki tebessümü fark ettim de iyi ki varsın be okur! Bu güzel anıları hatırlamama ve yaşatmama vesile olduğun için.

 

Yine sıcak bir yaz günü, evin yine maceradan macera beğenip yaşadığım bahçesinde, Marmaris'in o kendine has kokusunu içime çekerken, sanki bambaşka bir dünyaya ışınlanmış gibiydim. Zaten bence her çocuk kendi kendine oynarken paralel bir evrene ışınlanır. Bugün düşününce aynen böyle hissediyorum o günler hakkında.

 

Bahçeye girer girmez, horozların gururlu ötüşleri ve yöreye özgü ağaçların hışırtıları beni karşıladı. Annemin bana giydirdiği çiçekli şortu görünce, arıların beni hedef tahtası olarak seçeceğini de her yeni sokuluşa kadar unuturdum, çok da umurumda değildi. Çünkü burada, bu derme çatma ama sıcacık yuvada, dünyanın en mutlu çocuğuydum ben.

 

Bahçenin bir köşesinde duran emme basma tulumba, benim için adeta bir oyun parkıydı. Üzerindeki salkım söğüt ağacının gölgesinde, kurbağalarla arkadaşlık kurmayı öğrenmiştim. Bazen onlara öyle dalmış oluyordum ki, birkaçının bacaklarıma tırmandığını bile fark etmiyordum. O kaygan soğuk derileri, yaz sıcağında iyi bile geliyordu itiraf etmek gerekirse.

 

Bahçede geçirdiğim zamanlar, benim için adeta bir keşif, bir serüvendi. Topraktan çıkardığım solucanlarla sohbet eder, çamurdan ve asma yapraklarından harika yemekler pişirirdim. Ara sıra kendini gösteren kaplumbağa dostum, en iyi dinleyicimdi. Ona anlattığım hikayeleri sabırla dinler, ara sıra kafasını sallayarak onayladığını düşünürdüm. Gevezeliklerimden sıkılsa da kaçması oldukça zaman alıyordu zaten. Okaliptüs ağacının ise yeri bende başkaydı, o keskin kokuyu hala çok severim. Her ne kadar çitin dışındaki zakkumların arasında fazla samimi pozlar verse de gönlü bendeydi bilirdim.

Çekirgeler ise bahçenin en hareketli sakinleriydi. Onları yakalamaya çalışırken, aslında özgürlüğün ve hayatın ne kadar değerli olduğunu öğreniyordum. Her sıçrayışlarında sanki bana "Hayat kısa, eğlen coş!" der gibiydiler.

 

Henüz kendi evlerine geçmemiş, kirada oturdukları Sarıalan Mahallesi’ndeki evin arazi komşusu bir ailenin oğlu olan "Coşkun Demir" isimli bir arkadaşım vardı. O yıllarda pek meşhur bir şarkıcının adı olduğu için, çocuğu her gördüğümüzde aynı aptal şakaları yapar, şarkılarını söylerdik. O zamanlar travma denen şey henüz icat edilmediği için de gücenmez, ertesi gün yine gelirdi bizim yanımıza oynamaya. Onunla ve diğer çingene denen arkadaşlarımla geçirdiğim zamanlar, gariptir o evin yegane anıları olarak kaldı o yıllardan bana.

 

Şimdi geriye dönüp baktığımda o yıllarda çocukluğun dibini gördüğüm bu uzun yaz tatillerinin, benim için gerçek bir cennet olduğunu anlıyorum. O zamanlar elbette anlamıyordum ama şimdi düşününce, o bahçede geçirdiğim her an, bana hayatın en değerli derslerini öğretiyormuş. Doğayla iç içe olmak, arkadaşlığın değerini bilmek, hayal gücünün sınırlarını zorlamak... Hepsi de o küçük ama bana uçsuz bucaksız görünen bahçede, o sıcak yaz günlerinde filizlenmişti içimde.

 

Şimdi, yıllar sonra, ne zaman güneşin altında ısınan otların ya da çiçeklerin kokusunu alsam ya da bir çekirge sesi duysam, içimdeki o küçük çocuk uyanıyor. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes alıyorum ve kendimi yine o bahçede buluyorum. Anneannemin sesi kulaklarımda çınlıyor, dedemin gülen gözleri bana bakıyor ve ben, yine o mutlu, meraklı, hayat dolu çocuk oluyorum. Işıldıyorum, eminim.

 

Evet, belki şimdi büyüdüm, saçlarım artık Osman modeli kesilmiyor, arılar da peşimden koşmuyor. Ama içimdeki o çocuk, ne zaman istese o bahçeye dönüyor ve biliyorum ki ben istediğim sürece bu şekilde devam edecek.

 

Toprağa, ağaca, doğaya özlemimin de o günlere ait olduğuna emin oluyorum bu yazımı bitirirken.