Sonbaharın soğuk günlerinden biriydi. Esen kuvvetli rüzgârın eşliğinde mahalleyi donatan meşe, çınar ve ıhlamur ağaçları sarı kızıl yapraklarıyla vedalaşıyordu. Sokaklarda telaşlı yürüyen insanların her zaman olduğu gibi bir bahanesi vardı. Kimi mevsime göre ince kaçan montlarıyla üşüyor, kiminin yetişeceği bir yer var, kimisi ise cumartesi öğleden sonra oynanan şehir takımının futbol maçı bittiği için trafik keşmekeşinden hızla uzaklaşma amacıyla ilerliyordu.
Mahallede
daha önce de bir kez ziyaret ettiğim bir kitap kafe vardı. Evde vize
sorunu yaşadığım günlerden birinde burayı hatırladığım çok iyi oldu. İsmini
unutmama mana bulurcasına ismi de Hatırla idi. Bana ismi dışında neler
hatırlattı, günün sonunda ya da yarın sabah uyandığımda fark edeceğimden şüphem
yok.
Mahallenin
güzel, geniş, 80'lerden kalma apartmanlarından birinin altında, çam ve ladin
ağaçları ile süslenmiş çimden bir bahçe içinde bulunan bu kafenin boydan boya
ve yerden tavana uzanan penceresinden dışarıya bakan koltuklardan birine
kuruldum. Elimde yazdığım, mamafih halen yayınlanmasını beklediğim kitabımın
prova baskısının yanı sıra bir de arka kapağını kendi seslendiren en sevdiğim
öykü yazarının son kitabı ile bu fırtınalı ve soğuk sonbahar gününde yazın
erken gelebilme ihtimalini* değerlendiriyorum camdan dışarı bakarken.
Müşterisi
olduğum bu kafede, kafe sahibi hanımefendi ve ben, arada bu garip sessizliği
bozacak cılız ve kısa sohbetler etsek de genel bir sükûnet hâkim ortama. Kafenin
ben geldiğimden bu yana iki misafiri daha oldu. İki kız arkadaş, birer Türk
kahvesi eşliğinde sohbetlerini edip yanımızdan ayrılalı iki saat kadar oluyor. Misafirliğe
gelip kalkmak bilmeyen densizler gibi hissetmemek için belli aralıklarla içecek
bir şeyler sipariş ediyorum.
Bir
yandan kitap okuyan ve bilgisayarı şarj oldukça yazılarına devam eden benim
için çok da şahane bir ortam aslına bakarsanız. Bu kafe sadece birkaç ay önce
yan apartmanın altından şu anki yerine taşınırken mobilyaları da değişmiş ve
içerideki klima sıcağı ile taze ahşap mobilyalar bir araya gelince, içeriye
şömine ya da odun sobası yanarmışçasına bir koku sinmiş. Bu, çok derin solursan
genzini yakacağını düşündüren koku, böylesi bir mevsimde sıcaklık veriyor
içime. Bir türlü bırakamadığım şu sigarayı içmek için dışarı çıkıp her içeri
girişimde aldığım ilk nefeste mutluluk veriyor. Ev gibi kokuyor. Ev böyle
kokmalı diyorum ya da.
Ev
meselesi için ayrı bir yazı kaleme almalı diyorum şu anda. Uzun mevzu bu...
Bir
ara kafenin sahibi hemen geliyorum diyerek dışarı çıktı. Birkaç dakika
sonra geri döndüğünde ise ben markete gidip geleyim, siz rahatınıza bakın
diyerek daha uzun bir süre daha bu sessizlikle beni baş başa bıraktı. Güvenilir
görünüyorum herhalde, diye düşündüm bu esnada. Yoksa ilk kez gördüğü bana,
neden canının yongasını emanet etsindi ki, değil mi? Ne zaman döner bilmeden
oturdum ve kitabımı okumaya devam ettim, bu kez üzerime bir de sorumluluk
yüklenerek. Gelen bir müşteri olursa ben de müşteriyim, sahibi hemen gelecek,
siz rahatınıza bakın falan diyeceğim. Çok hazırım buna, bekliyorum gelecek
olanları. Hatta kapıya çıkıp hava çok soğuk, gelin bir çayımızı için
diye insanları yollarından çeviresim var. Birkaç dakikalığına da olsa buralar
benim sorumluluğumda ne de olsa! Görev bilinci ile tuvalete bile gitmiyorum!
Zaten
ne olabilir ki, yani nasıl bir terslik olabilir ki beni burada kafesi ile baş
başa bırakmakta? Belki bir çay doldururum kendime fazladan ya da duvar boyu
dizili kütüphaneden bir kitap yürütürüm belki. Kalkıp hesabı ödemeden kaçarım
desek, gidemem de gidecek yerim de yok şu anda. Arkadaşlar yine en lazım
oldukları gün yok oldular. Bu konuyu biraz irdelemem lazım. Ya hepsi kendi
gerçekliklerinden kaçmak üzere fazlasıyla çalışıyorlar ya da daha fenası benden
kaçıyorlar. Hayır yani, görüldüğü üzere çok da güvenilir bir insanım aslında.
İlk tanışıldığı gün kafe emanet edilecek kadar!
*
Yekta Kopan – Belki Yaz Erken Gelir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder