24.12.24

Yüzün Silinmeden

Paris'in yağmurlu bir sonbahar akşamıydı. Saint-Germain'deki küçük kafelerin birinde oturmuş, kahvemi yudumluyordum. Sokak lambaları puslu havada titrek ışıklar saçıyor, kaldırımlarda yürüyen insanların siluetleri flu görüntüler halinde gözümün önünden geçiyordu.

Birden seni hatırladım. Yıllar önce, tam da böyle bir akşamda karşılaşmıştık. O zamanlar da aynı kafede oturuyordum. Sen içeri girdiğinde gözlerim hemen sana takılmıştı. Siyah paltonu hafifçe silkeleyerek yağmur damlalarından kurtulmaya çalışmıştın.

Şimdi düşünüyorum da belki de hiç karşılaşmamalıydık. Çünkü her anımsayışımda, içimde derin bir boşluk oluşuyor. Tıpkı o çok severek dinleyip dans ettiğimiz şarkıdaki gibi, “Her hatırlayışımda, daha iyi bir zamana, daha güzel bir yere götürüyor beni anılarımız.”

O gece uzun uzun konuşmuştuk. Sen müzikten bahsetmiştin, ben edebiyattan. Gülüşün hala kulaklarımda çınlıyor. Şimdi zaman değişti, mevsimler yer değiştirdi ve biz birbirimizden uzaklaştık.

Şimdi bu kafede otururken, pencereden dışarı bakıyorum. Yağmur hala aynı yağmur, sokak hala aynı sokak. Ama sen yoksun. Sadece anılarımda yaşayan bir hayalsin artık. Ve ben, yine tıpkı şarkıdaki gibi, orada bir yerde misin merak ediyorum.

Belki bir gün yollarımız yine kesişir. Belki başka bir sonbahar akşamı, başka bir kafede, belki de bambaşka bir ülkede... Ama şimdilik, sadece bu anılarla ve sahnede şarkı söyleyen kadının büyülü sesiyle baş başayım. Çünkü bazen bazı insanlar sadece güzel bir anı olarak kalmalı, tıpkı eski bir fotoğraf gibi...

O gece sohbetimiz nasıl da derinleşmişti...

"Bach'ı sever misiniz?" diye sormuştun bana.

"Evet, özellikle Goldberg Varyasyonları'nı," demiştim. Gözlerin parlamıştı. "Glenn Gould'un yorumu mu?" diye sormuştun heyecanla.

"Hem Gould'un hem de Angela Hewitt'in. İkisinin yorumları arasındaki farkları karşılaştırmayı seviyorum."

Sonra bana Chopin'den bahsetmiştin. Nocturne'lerin senin için ne ifade ettiğini anlatırken ellerin havada dans ediyordu. Ben de sana Kafka'nın Dönüşüm'ünü okurken hissettiğim o garip yalnızlığı anlatmıştım.

"Bazen," demiştin, "müzik ve edebiyat aynı duyguyu farklı dillerle anlatıyor. Tıpkı şu an çalan Melody Gardot şarkısı gibi... Hüzünlü ama umut dolu."

Kafeye ilk girdiğinde üzerinde siyah paltonun yanı sıra lacivert bir kaşkol vardı. Masama yaklaşıp "Bu masa müsait mi?" diye sorduğunda, Fransızcan hafif bir Alman aksanı taşıyordu. Sonradan öğrenmiştim ki Berlin'de büyümüştün ama son beş yıldır Paris'te yaşıyordun.

Gece ilerledikçe sohbetimiz derinleşmiş, kahvelerimiz soğumuştu. Sen konservatuvar eğitiminden, ben edebiyat fakültesindeki yıllarımdan bahsetmiştik. İkimiz de sanatın farklı dallarında kendimizi bulmuştuk ama ortak noktamız duygularımızı ifade etme biçimlerimizdi.

"Biliyor musun," demiştin, "bazen doğru insanla yanlış zamanda karşılaşırız." Bu cümlen, şimdi bile içimi burkar. Çünkü ertesi gün Viyana'ya taşınacağını söylemiştin. Yeni bir iş, yeni bir başlangıç...

O gece kafeden çıkarken yağmur durmuştu. Saint-Germain bulvarında yürürken son bir kez durup arkana bakmıştın. O bakışını hiç unutamıyorum. Sanki "keşke" der gibiydi gözlerin, ama ikimiz de biliyorduk ki bazen en güzel anılar yarım kalanlar oluyor.

Melody Gardot - "If I ever recall your face."

 

Hiç yorum yok: