Paris'in yağmurlu bir sonbahar akşamıydı. Saint-Germain'deki küçük kafelerin birinde oturmuş, kahvemi yudumluyordum. Sokak lambaları puslu havada titrek ışıklar saçıyor, kaldırımlarda yürüyen insanların siluetleri flu görüntüler halinde gözümün önünden geçiyordu.
Birden seni hatırladım. Yıllar
önce, tam da böyle bir akşamda karşılaşmıştık. O zamanlar da aynı kafede
oturuyordum. Sen içeri girdiğinde gözlerim hemen sana takılmıştı. Siyah paltonu
hafifçe silkeleyerek yağmur damlalarından kurtulmaya çalışmıştın.
Şimdi düşünüyorum da belki de hiç
karşılaşmamalıydık. Çünkü her anımsayışımda, içimde derin bir boşluk oluşuyor.
Tıpkı o çok severek dinleyip dans ettiğimiz şarkıdaki gibi, “Her
hatırlayışımda, daha iyi bir zamana, daha güzel bir yere götürüyor beni
anılarımız.”
O gece uzun uzun konuşmuştuk. Sen
müzikten bahsetmiştin, ben edebiyattan. Gülüşün hala kulaklarımda çınlıyor.
Şimdi zaman değişti, mevsimler yer değiştirdi ve biz birbirimizden uzaklaştık.
Şimdi bu kafede otururken,
pencereden dışarı bakıyorum. Yağmur hala aynı yağmur, sokak hala aynı sokak.
Ama sen yoksun. Sadece anılarımda yaşayan bir hayalsin artık. Ve ben, yine
tıpkı şarkıdaki gibi, orada bir yerde misin merak ediyorum.
Belki bir gün yollarımız yine
kesişir. Belki başka bir sonbahar akşamı, başka bir kafede, belki de bambaşka
bir ülkede... Ama şimdilik, sadece bu anılarla ve sahnede şarkı söyleyen
kadının büyülü sesiyle baş başayım. Çünkü bazen bazı insanlar sadece güzel bir
anı olarak kalmalı, tıpkı eski bir fotoğraf gibi...
O gece sohbetimiz nasıl da
derinleşmişti...
"Bach'ı sever misiniz?"
diye sormuştun bana.
"Evet, özellikle Goldberg
Varyasyonları'nı," demiştim. Gözlerin parlamıştı. "Glenn Gould'un
yorumu mu?" diye sormuştun heyecanla.
"Hem Gould'un hem de Angela
Hewitt'in. İkisinin yorumları arasındaki farkları karşılaştırmayı
seviyorum."
Sonra bana Chopin'den
bahsetmiştin. Nocturne'lerin senin için ne ifade ettiğini anlatırken ellerin
havada dans ediyordu. Ben de sana Kafka'nın Dönüşüm'ünü okurken hissettiğim o
garip yalnızlığı anlatmıştım.
"Bazen," demiştin,
"müzik ve edebiyat aynı duyguyu farklı dillerle anlatıyor. Tıpkı şu an
çalan Melody Gardot şarkısı gibi... Hüzünlü ama umut dolu."
Kafeye ilk girdiğinde üzerinde
siyah paltonun yanı sıra lacivert bir kaşkol vardı. Masama yaklaşıp "Bu
masa müsait mi?" diye sorduğunda, Fransızcan hafif bir Alman aksanı
taşıyordu. Sonradan öğrenmiştim ki Berlin'de büyümüştün ama son beş yıldır
Paris'te yaşıyordun.
Gece ilerledikçe sohbetimiz
derinleşmiş, kahvelerimiz soğumuştu. Sen konservatuvar eğitiminden, ben
edebiyat fakültesindeki yıllarımdan bahsetmiştik. İkimiz de sanatın farklı
dallarında kendimizi bulmuştuk ama ortak noktamız duygularımızı ifade etme biçimlerimizdi.
"Biliyor musun,"
demiştin, "bazen doğru insanla yanlış zamanda karşılaşırız." Bu
cümlen, şimdi bile içimi burkar. Çünkü ertesi gün Viyana'ya taşınacağını
söylemiştin. Yeni bir iş, yeni bir başlangıç...
O gece kafeden çıkarken yağmur
durmuştu. Saint-Germain bulvarında yürürken son bir kez durup arkana bakmıştın.
O bakışını hiç unutamıyorum. Sanki "keşke" der gibiydi gözlerin, ama
ikimiz de biliyorduk ki bazen en güzel anılar yarım kalanlar oluyor.
Melody Gardot - "If I ever
recall your face."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder