Kral,
krallığını kaybetmekten korkmuştu hep. Hayır, bu bir iktidar davası değildi.
Korktuğu, gölgeleri, sırları, bal mumuyla sıvalı kanatlarıydı...
Biliyordu, güneşe çok yaklaşırsa — İkarus gibi
düşecekti.
Ve bu yüzden ördü duvarlarını; kalın, yüksek, hiçbir ışığın sızamayacağı kadar taştan... Ancak o karanlıkta göremediği bir şey vardı; güneş ondan uçmasını değil, yalnızca pencere açmasını istiyordu... Bir anlık, bir nefeslik.
Sıcacık ışığı ile, dışarıda hep oradaydı. Yalnızca varlığıyla değil, göremediği yerlerde bile sabrıyla sarıyordu krallığı ama; o kalın taş duvarlara çarpa çarpa, ışık geri dönüyordu ve her çarpışmada güneşin kendisi kavruluyordu, kül olana dek. Isıtamadıkça, çabası nafile kaldıkça, dönüştü. Yanarak değil, sessizce eksilerek.
Kral, o parlak ışık gözünü alır diye korkarken, şimdi artık gözlerini kamaştıracak bir ışık kalmadığı için bakamadı ona...
Ve biri çabalarken, diğeri saklandığı duvarların ardından
o son kırıntısını izledi ışığın, gizlice. Ne sarmaşıklar kaldı şimdi, ne de gölgeler. Çünkü ışık olmayınca gölge de olmaz.
Ve zehirli olan
her şey — kökünü bile hissedemez artık karanlıkta.
Güneş yitip
gitmek üzereydi. Artık kralın korkmasına gerek
kalmamıştı. Taht yerli yerindeydi, kule dimdik, ama içinde
hükmedecek hiçbir şey kalmamıştı.
Ve kral, yitip
giden güneşin ısıtmak uğruna kül olduğu
duvarlardan çekemiyordu ellerini.
Taşın altında kalmış o son sıcaklığı, bir an daha hissedebilmek için, avuçlarıyla yokluyordu o kayıp ışıktan kalan izleri.
Belki biraz daha beklerse, belki yeterince susarsa, bir parça sıcaklık daha kalırdı avucunda.
Her şey hızla soğuyordu artık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder