15.8.25

Yarım Yamalak

Bazı şeyler yarımken daha güzel.
Diğer yarısını merak ederken,
o günü beklerken…
hatta arada bu seni delirtirken.

İki bölümlük dizinin ikinci bölümünü izlemek için beklerken…
Tatlının kalan yarısını yarın yiyebileceğini bilirken…
Bir haftalık tatilin daha ilk üç günü henüz bitmişken…
Denize henüz yarı beline kadar girmişken belki de…

Daha kendimin de yarısındayım bence.
Ve 88’imde göçersem bu hayattan,
bu cümle tam da o gün çok havalı duracak =)

Evet, ben de biliyorum;
daha bir bu kadar işim var,
bir bu kadar yol var yürümem gereken,
bir bu kadar kilo vermem lazım…
Bir bu kadar fırın ekmek yemem lazım
"Adam olmak" için de denilebilir.

Bunlar cancağızım,
hep bardağın boş tarafı.
Hepimiz zaman zaman orada nefes aldığımızı düşünüyoruz;
"solungaçlarımız yok ki" diyerek.

Mamafih, nefes alacak tek yer de o bardağın bir yerleri değil.
Hayata koşarken çoğu kez bunu unutuyoruz.

Yarım diyordum…
Yarım ekmek kokoreç candır mesela.
Bir bütünü paylaşmak da…
İki yarım bir araya gelip tamamlanmak da.
Analar derler ya,
“Yarımşardan beş yerlermiş”…

Diğer yarıma henüz varamadığımı düşünenleriniz varsa şayet, 
bana tuttuğu aynada, o çakmak çakmak gözleri görmekte, sustuklarını duymakta,
ve tamamlanmaktayım. 
 
- iyi ki.


Bu da böyle bir yazı olsun;
yarım yamalak. 🖋

 

 

4.8.25

Kabuk

Bazen insan, uzak bir ihtimali değil, kendini seçer. 
Çünkü kalırsa yok olacağını, o ihtimalin ardında kalan her şeyin kendisini yavaş yavaş boğacağını bilir. Ve hayat, bir kere affetmediğinde, bir daha asla aynı yumuşaklıkla dokunmaz insanın tenine.

O da kendini seçti. Bir gecede değil, bin gecenin kırıntısıyla; kırılarak, eksilerek, yorularak... 

Geriye baktığında vazgeçtiği yalnızca bir bağ değildi. Bu, bir umuda veda etmekti, çok iyi tanıyordu. Bir düzenin, bir hayalin, bir zamanlar inandığı bütün hikâyelerin çöküşüydü yaşadığı.

Geride kalan her şey o kadar ağırdı ki, başka bir hayatı sırtlamak için bu yükü orada bırakmaktan başka seçeneği kalmamıştı.

O lanet taşın altında artık gelincikler açmayacak, hiçbir zaman bahar kokmayacaktı. Rengârenk ve güler yüzlü ihtimaller bir daha orada yeşermeyecekti. 
Biliyordu.

Ama kim demiş ki bırakınca hafifler insan? 
Eksilen her parçanın yerine, içini kemiren başka bir şey oturur. 

Omzundan düşen yükün yerini, sol kaburgasına saplanan bir kaya aldı. Yerini değiştiremeyeceği, üzerinden atlayamayacağı, söküp çıkaramayacağı bir kaya. 
Akan kanın ılıklığına inat, donmuş bir kaya…

Yeni hayatına adım atarken, bir şeyi bir kez daha net olarak anlamıştı: Bazı şeyler geçmiyor, bazı boşluklar dolmuyor, bazı yaralar kabuk bağlamıyor ama yine de yürümek gerekiyordu. 

Kendini seçmenin bedeli ağırdı. 
Ancak… hayat, başka türlü affetmiyordu.


1.8.25

Kral, Güneş ve Duvarlar

Kral, krallığını kaybetmekten korkmuştu hep. Hayır, bu bir iktidar davası değildi.
Korktuğu, gölgeleri, sırları, bal mumuyla sıvalı kanatlarıydı... 
Biliyordu, güneşe çok yaklaşırsa — İkarus gibi düşecekti.

Ve bu yüzden ördü duvarlarını; kalın, yüksek, hiçbir ışığın sızamayacağı kadar taştan... Ancak o karanlıkta göremediği bir şey vardı; güneş ondan uçmasını değil, yalnızca pencere açmasını istiyordu... Bir anlık, bir nefeslik.

Sıcacık ışığı ile, dışarıda hep oradaydı. Yalnızca varlığıyla değil, göremediği yerlerde bile sabrıyla sarıyordu krallığı ama; o kalın taş duvarlara çarpa çarpa, ışık geri dönüyordu ve her çarpışmada güneşin kendisi kavruluyordu, kül olana dek. Isıtamadıkça, çabası nafile kaldıkça, dönüştü. Yanarak değil, sessizce eksilerek.

Kral, o parlak ışık gözünü alır diye korkarken, şimdi artık gözlerini kamaştıracak bir ışık kalmadığı için bakamadı ona... 

Ve biri çabalarken, diğeri saklandığı duvarların ardından
o son kırıntısını izledi ışığın, gizlice. Ne sarmaşıklar kaldı şimdi, ne de gölgeler. Çünkü ışık olmayınca gölge de olmaz.
Ve zehirli olan her şey — kökünü bile hissedemez artık karanlıkta.

Güneş yitip gitmek üzereydi. Artık kralın korkmasına gerek kalmamıştı. Taht yerli yerindeydi, kule dimdik, ama içinde hükmedecek hiçbir şey kalmamıştı. 
Ve kral, yitip giden güneşin ısıtmak uğruna kül olduğu duvarlardan çekemiyordu ellerini.

Taşın altında kalmış o son sıcaklığı, bir an daha hissedebilmek için, avuçlarıyla yokluyordu o kayıp ışıktan kalan izleri.

Belki biraz daha beklerse, belki yeterince susarsa, bir parça sıcaklık daha kalırdı avucunda.

Her şey hızla soğuyordu artık.