25.11.24

Cheers !

80’li yılların kült olmuş bir dizisidir, Cheers! Bir barmen ve müdavimlerin birbirleriyle devamlılığı olan ilişkileri üzerine kurulu bir düzendi dizinin içeriği. İyi, kötü, eğlenceli, dramatik ne varsa paylaşırlardı birbirleriyle. Hemen her gün uğradıkları o barda çok gerçek ilişkiler yaşanırdı. Güzel diziydi, şimdi olsun yine izlerim. Ben de tüm insan ilişkilerinin bir nevi alışveriş olduğuna inananlardanım. Ederi, bedeli, yatırımı ya da maliyeti hesabına girmem. Paha biçilemez bir alışveriştir bu. Tek bir karşılığı olabilir belki bu ticaretin, o da vefadır.

Hayatıma aldığım her insanı seçmekten gurur duyarım. Hele bir de karşılığında seçildiysem gururdan ölebilirim! Böyle yazınca çok züppece görünen bu gurur, aslında karşılıklı çok değer vermekten geçiyor. Karşımdakine olduğu gibi kendime de. Arkadaş bence insanın kendine yakışanı seçmesidir! Her biri bir başka renk, kimisi rengarenk. Gökkuşağından çevrem var benim be, kim durabilir önümde. Hali hazırda kendi ayakları üzerinde duran, ensesi kalın bir kadınım ama lüzum gördüğümde de sırtım yere gelmez. Daha ne isterim ki hayatta? Para pul mal mülk, hadi ordan…! Bunlar sevip sevildiklerin ve güvendiklerin olmadan pek sası kalıyor hayatta.

Orman içinde, göl manzaralı muazzam bir malikanede düşün kendini. Yapayalnızsın. Paraya konup yapışan dalkavuklardan bahsetmiyorum bak, yapayalnızsın! Düşün ki kapıda bir Bugatti seni bekliyor, cayır cayır yanıyor renkleri de. Gidecek kimsen yok. Muhteşem bir sinema salonun var, dünyanın en iyi ses sistemine sahipsin ama izlediğin filmi, o efektlerin nasıl da gerçekçi duyulduğunu, sana neler hissettirdiğini anlatacak kimsen yok. Sosyal medyada karşıma çıkmıştı bu söz, sahibini hatırlayamadım kusura bakmayın. İnsanın başına gelebilecek en kötü şey yalnız kalmak değildir, diyordu. En kötüsü kalabalıklar içinde yalnız hissederek yaşamaktır, diye de devam ediyordu. İşte tam da böyle bir şey önce para istemek. Para bizi paralıyor, paramparça ediyor, her bir parçamızı da rüzgarda savuruyor eprimiş banknotlar gibi. Etmeyin, önce mutluluk dileyin şu güzelim hayattan.

Gerçek arkadaşlar cüzdanınıza bakmaz çünkü. Gülmek bedavadır. İlle de bir meyhanede gülmek zorunda değilsin. Sarılmak bedavadır, ille de tropik bir adada gün batımına karşı sarılman gerekmiyor. Nasılsın derken ağızlarından bir nasılsın sorusu daha çıkar onların, gerçekten merak eder, dertlerinizi, neşenizi, heyecanınızı can kulağı ile dinlerler.

Sen de hayattan satın alamayacağın şeyleri dile n’olur. Diğerlerini çok istersen çalışır alırsın zaten ya da bir arkadaşın hediye eder. Kendine satın aldığın hiçbir şey sana, sen düşünülerek alınmış bir hediye kadar kıymetli olamaz.

Cheers!

Martini’sini yudumlayan yazarın.

Gittim ve Döndüm

Bu yaşımda ilk kez yurtdışına çıktığıma inanmayanlara inat, çıktım arkadaş. Bugüne kadar artık nasıl bol keseden bilgi dağıttıysam izleyip okuduklarımdan, gerçekten de çoğunluk inanmadı. Hadee canımmmm gibi tepkilerle karşılaştım. Hayır yani ayıp ya da günah da değil ya. Öyleyse de bir pazar günü kiliseye de uğrar çıkartırım üstümdeki günahları papaza nazır. Amen!

Tek başıma seyahat etmekten bir çıtır ürkerek çıktığım bu yolculukta, tek kelime bilmediğim Flemenkçe bir an olsun engel olmadı seyahatime. Zira anlamıyordum ve yine zira konuşana da pek rastlamadım. Yemyeşil ve sular altında kalmaya ramak kala bir ülkenin başkentinin sokaklarını arşınlarken hissettiğim aşinalık ise, nereden geliyordu acaba.

Böyle uzun cümleler kurmayı çok havalı bulmayı da acilen bırakmam lazım. Dumanlar tütüyor okurumun kulaklarından zaman zaman. Kıyamam!

Karış karış dolaştığım sokakları bugün bile gözlerimi kapamaya gerek duymadan yeniden yürüyebiliyor, kokusunu duyabiliyorum. Bu kokuların içinde bir takım ot yanıkları da var evet. Bir takım dediğime de bakmayın hani buram buram çeşit çeşit. Sevgili BoğaKöpeği, orada olan orada kalır! Kimbilir belki bir gün gideriz seninle de, o zaman hayali de gerçek olur. Orada ve döndükten sonra gördüğüm tüm rüyalar bana mahsus! Kıps

Evvelce tecrübesi olan çok güvendiğim bir kahramanımdan aldığım öğütlerle konakladığım mahalleye Nişantaşıçatlatan adını verdim zira Gucci, Hermes, Versace, Ralp Lauren ve tüm kuzenleri karşılıklı inci gibi dizilmişlerdi arka sokağımda. Kendileriyle aşık atacak halim olmadığından vitrinlerinin önünde kral huzurunda reverans yaparak yürüdüm her gün. Zaten çok da şey etmemek lazım, düşkünleri de değilim; eğlenceli olsun diye yaptım bunları. Oldu da, hele ki Hermes’i kapattığımız o gün!

Şimdi ben bunu niye mi yazıyorum cânım okur? Yok bir sebebi, hayatta her şey kısmet.

23.11.24

... Dokunur Ya Her İnsana

Hikayesi, gitmekle kalmak arasındaki o ince çizgide başladı. Sezen Aksu'nun şarkısında dile getirdiği gibi, unutulmak gerçekten her insana dokunuyordu. O da bunun farkındaydı. Şimdiye kadar hep kalan tarafta olmuştu; sevdiklerini uğurlamış, arkalarından el sallamış, özlemle beklemişti. Ama bu kez farklı olacaktı.

Gitmek, onun için cesaretin ve değişimin simgesiydi. Ataletin zıttı, yeniliğe açık ve cesur bir hareket. Artık geride kalıp yol gözleyen değil, hatırlanan ve özlenen olmak istiyordu. Ancak bu sefer aynanın diğer tarafında durmanın getirdiği endişeler de vardı içinde. Acaba geride bıraktıkları aynaya baktıklarında sadece kendilerini mi göreceklerdi? Yoksa onun bıraktığı izler de görünecek miydi?

"Gözden uzak olan gönülden de uzak olur" sözüne hiç inanmamıştı. Çünkü o, uğurladığı hiç kimseyi unutmamıştı. Belki de bu yüzden, kendisinin unutulma ihtimali onu derinden etkiliyordu. İnsanın başkalarının ruhunda bıraktığı izler kadardı değeri, bunu çok iyi biliyordu.

Bukowski'nin sözlerini kendine rehber edinmişti: "Sizi sevmediğimi düşünüyorsanız muhtemelen sevmiyorumdur. Sevdiklerimi şüpheye düşürmem." O da böyleydi; girdiği hayatlarda önce sınar, sonra tam anlamıyla kabul ederdi. Bu, onun kendini ifade etme biçimiydi.

Şimdi bu ani gidişiyle, alışkanlıklarını ve sevdiklerini geride bırakırken, içinde tuhaf bir duygu karışımı vardı. Can yakıyor olmanın verdiği o karanlık haz, ama aynı zamanda özlenme arzusu... Çünkü biliyordu ki unutulmak, ruhun en derin yaralarından biriydi.

Bavulundaki eşyalarını yerleştirirken aklına gelen son düşünce, belki de en güzel veda şeklinin ardında güzel anılar bırakmak olduğuydu. Çünkü unutulmamak, sadece fiziksel varlığınla değil, başkalarının hayatında yarattığın değişimlerle mümkündü. Ve belki de en güzel hatırlanma şekli, birinin gülümseyerek "iyi ki" diyebilmesiydi. Pencereden dışarı baktığında gün aydınlanmak üzereydi. Şehrin ışıkları uzaktan göz kırpıyordu. Belki de gitmek, bazen kalmaktan daha çok şey anlatırdı insana. Ve belki de bazı izler, mesafelerle değil, kalplerde bıraktığı boşluklarla ölçülürdü.

"Unutma be beni" diye fısıldadı son kez, ardında bıraktığı şehre bakarak. Trene bindiğinde güneş yeni doğuyordu, tıpkı onun için başlayan yeni hayat gibi.

5.11.24

Kirpi Gibiyiz

Bazen hepimiz öyle stresli değişimlerin, öyle çıkmazların içinde buluyoruz ki kendimizi, hem de bazen aynı anda; en yakınlarımıza batırıyoruz dikenlerimizi. Onlar da kan bağı ile bağlı olduklarımız ya da seçtiğimiz ailelerimiz oluyor genellikle. Bu yüzden belki de en açık yaralardan giriyor o dikenler çok can yakıyor, çok yakından geldiği için. Zamanla değil acısı, izi bile kalmayacak biliyorsun ancak bir daha batmasın diye hem daha çok özen göstermek isteyip hem de çekiniyorsun aman değmesin acıtıyor diyerek... Küçük bir çocuğun elini sobada yaktıktan sonra ateşten uzak durması gibi. Ez cümle, değişip dönüşüyor, dönüştürüyorsun. Peki bu dönüşen hala sen misin? Bu dönüşüm aileyi daha mı güçlü kılıyor yoksa sonunu getiren kaldırım taşlarını mı döşüyor teker teker sinsice? 

Ölümün bile artık acıtmadığına inandığım bu dünyada, kişilerden bağımsız olarak bana kaybetme korkusu yaşatan asıl sebep ne? Yıllar önce hala Ekşi Sözlük yazılan bir yer iken söylemiştim "kaybetme korkusu kaybetmenin başlıca sebebidir" diye. Kendi söylediğim sözün hangi kısmını idrak edemedim ki acaba?