Yazmaya çalışan biriyim
diyebilirim. Bunun yerine yazıyorum ancak okunmaya hazır değilim de
diyebilirim. Öykü ve romanlarınızın ‘hayata dokunan’ kısımları bana notlar
aldırıyor; bir süredir ara verdiğim yazılarıma geri dönmem için cesaret veriyor
pek sevdiğim yazar. Örneğin Fildişi Karası kitabınızın Köpekbalığı öyküsü daha
bitirmeden yıllardır dönüp dolaşıp O’na varan yazılarımı akladı, elime kağıt
kalem aldırdı tatil için yalnız başıma kalmak istediğimi söyleyip kaçtığım
küçük kasabanın küçük otelinin sahile bakan restoranında.
Dedim ya cesaret bu iş.
Çocukluğum, gençliğim, şimdilerde söylenen adıyla genç orta yaşım, hep ne kadar
cesur olduğumu dinleyerek geçti çevremdekilerden. Hiçbir şeyden korkmam, gözümü
budaktan sakınmam! Aşı kuyruğunun en başında ben, ofiste sevmediğim biri bile
haksızlığa uğradığında yanında ben, tekne demir attığında suya atlayıp, soğuk
ama girince alışıyorsun diyen, kıyıda deniz kestanesi var ayakkabısız gelmeyin
diyen yine ben… Korkuyorum sevgili yazar, ödüm patlıyor her şeyden. Bu yüzden
hiçbir şeye sahip olmak istemiyorum. Elimdekilere bağlanmamak için hor
kullanıyorum. Ezkaza sever bağlanırsam, kaybetmenin yükünü taşıyamamaktan
korkuyorum.
On dördümdeydim babamı
kaybettiğimde. On dördümde annemin büyük kuzeninin hastalığı ve vefatı
sebebiyle bir haftadır Bursa’da olduğumuz haziran ayının, Azrail ile ne adi bir
ortaklık içinde olduğunu bilmiyordum o zamanlar. Annemin amcası, vefat eden
oğlunun yası içinde olan teyzesi ile aynı apartmanda oturuyorlardı. O
apartmanın da güzel bir öyküsü var aslında; onu da sonra anlatırım canım yazar.
Amca, çok daha uzun zamandır rahatsızdı. Daha iyi sağlık hizmeti alsın diye
kızı, yaşadığı ülkeye, Amerika’ya götürmüştü babasını küçük bir operasyon için.
Söylediği gibi de olmuş, operasyon çok başarılı geçmişti ancak büyük amca
gelişmiş ülkelerin gelişmiş hastane virüsleri ile dönmüştü anayurda.
Rahmetli ve yalnızca ailesi,
arkadaşları değil, çalışanları tarafından bile çok sevilip sayılan, dedem ve
anneannemi yaşadıkları kasabaya hastaneler çok uzak, yaşları ileri, aileyle
birlikte olmak güzel diyerek ikna edip Bursa’ya taşıyan, bugün benim de annem,
ablam, anneannem ve kedim ile Bursa’da yaşamama dolaylı olarak da sebep olan
büyük kuzen ise kalbine yenik düşmüştü; tam da erkekler için pek riskli sayılan
yaşlarda. Hastanenin yoğun bakım odasında geçirdiği haftanın sabahında, dedem
ve anneannemin evinde, sabahın erken saatlerinde çalan bir telefon ile uyandım
yaz başının parlak güneşli sabahlarından birine. Yine bugün artık rahmetli olan
dedemin, ilk ve son kez hıçkırıklarla ağladığını duyduğumda hala yataktaydım.
Henüz bir bacak boyu etmez yaşlarımın en iyi yaz arkadaşı, suç ortağıydı dedem.
Çikolata alerjim yüzünden bonibonları ilaç diye buzdolabının üstüne saklayıp
kimse yokken azar azar bana veren, gizli işler çevirdiğimiz için çok eğlenen,
yaşadıkları Güney Ege sahil kasabasında beni mobiletinin önüne oturtup sıkıca
sarılan, çok daha yakında bulabilecek olmamıza rağmen kasabanın dışındaki
kaynaktan bidonlara su doldurmaya götüren, üretici arkadaşının bahçesinden
çilek toplamama izin veren, kaptan arkadaşının kendi elleriyle yaptığı tekneyi
göstermeye kasabanın daha da uzağındaki tersaneye götüren, kasabalının kısa
zamanda tanıyıp çok sevdiği canım dedem. Başucunda duran, salondakine paralel
telefondan aldığı acı haber ile omuzları çökmüş, elini yüzüne kapatıp
hıçkırıklara boğulan dedem, sesi hala kulaklarımda. Hayatımda tanık olduğum ilk
ölüm haberini almıştı. Ne hissetmem, ne yapmam gerektiğini asla
bilmiyordum.
Nişantaşı’ndaki zemin katında
otururken, emekli ikramiyesiyle belki de zar zor satın aldığı İstanbul’un eski
sayfiye semtindeki dairesini satıp, Ege’nin o zamanlar kasaba olan kasabasına
taşınmalarına sebep ise, ben henüz üç yaşındayken kaybettikleri büyük kızlarının
yani teyzemin acısını, belki de anılarını geride bırakma isteğiymiş. Annem
nedense pek bahsetmez ablasından, biz de sormayız yine sebepsiz. Seksenlerin
henüz çok başlarında ülkenin sağlık durumunun içler acısı olduğuna dair örneklerden
yalnızca biridir, tanımasam da neden bilmem yokluğunu hep hissettiğim teyzemin
vefatı. Şimdilerde evlere ring sefer düzenleyip, pek akıllı telefonlarımıza
mesaj yollayarak ‘müşteri’ çekmeye çalışan diyaliz merkezleri öyle sanıyorum ki
doksanların sonuna doğru peydah oldu hayatımıza. Artık çocuklar teyzelerini
tanıyabiliyorlar, iyi ki demeliyim. Haziran’dan payını ayın 13’ünde doğarak
almış canım rahmetli teyzem. İki erkek iki kız, dört kardeşin ortanca küçüğü
anneannemin büyük kızı. En büyükleri ise ablası; oğlu, tam da küçük kız
kardeşinin büyük kızının doğduğu gün hayata gözlerini yuman rahmetli büyük
teyzem. O günlerin, artık kalabalık ve mutlu görünen bir aile olmamaya
başlayacağımızı işaret ettiğini kim söyleyebilirdi ki…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder