8.1.25

Duy beni, ey insanoğlu! Zaman zaman size trip attığımı düşünüyorsunuz ama şu gerçeği netleştirelim: Trip denen şeyi ne seviyorum ne de anlıyorum. Türk kızının aslî görevi filan da değildir, inanmayın! Net bir insanım ben. Bazı arkadaşlarım, benim kadar ince düşünceli kimseyi tanımadığını söylese de, şahsen kendimi odun gibi, kereste gibi düz ve net buluyorum.

Ne düşünüyorsam, ne hissediyorsam söylerim. Söyleyemediğim şeyler ise içimde sinir yapar; oturur, üzülürüm. Senin “trip” sandığın anlarda aslında kendimi korumaya alırım. Bir şey diyemiyorsam, bil ki tartışmak, didişmek ya da laf sokmak istemiyorumdur. Sadece uzaklaşıyorumdur. O anlarda da kendi kendime, "Bu kadar sevip, güvenip, değer vermemeliyim kimseye" diye düşünüp kabuğuma bir kat daha ekliyorumdur. Kesin bilgi.

Bir de şu var ki; duymayı kaldıramayacağın şeyleri söylemem. İnan bana vardır böyle şeyler. İyiliğine değilse ya da duyman gerekmiyorsa susarım. Ama bu suskunluğu da triple karıştırma isterim. Trip, hissetmediği gibi davranan şımarıkların sahte ve kötü sahnelenmiş bir oyunudur. Gel gör ki bunların da izleyicisi çok.

Eğer biliyorsan sevildiğini, bil ki karşındaki bu kadın gerçek. İşine gelir ya da gelmez, bilmiyorum ama ne hissediyorsam oyum ben. Riyakarlık ya da sahtekarlık üzerimde durmaz; yaz günü yapılan badana makyajlar gibi kusar, gösterir kendini.

Trip, hayatının normali olmuş ve ne acıdır ki bunu kanıksamış siz sevgili okuyucularım için tekrarlamak isterim. Kimse kimseye benzemek zorunda değil. Aradığınız "klon" ben değilim. Gerektiği yerde doğru bildiğimi söyler; yapamıyorsam da susarım. Kimseyi yolda bırakmam, verdiğim sözün arkasında durur, delikanlılığın da hakkını veririm.

İşine gelmeyen, cesareti olmayan içinse sabrım yok.


İmza: Ben ve beslediğim egom. 

25.12.24

Ups Ay Did It Ageyn

Son zamanlarda artık ne aradıysam ya da ne izlediysem o Instoş’ta, keşfete düşen içeriklerimde bir değişiklik oldu. Diyorlar ki; kendinizi özletin, mesajlara hızlı yanıt vermeyin, eşiniz, aşkınız, dostunuz fark etmez, bunu yapın, şunu sakın yapmayın. Yoksa yandınız! diyor sanırım. Efendim anlatılanlar şöyle devam ediyor: Yoksa eriği yediniz!

Şimdi tabi ben bana söylenenin, diretilenin, aklıma mantığıma yatmayan her türlü direktifin muhalifi şahsım olarak üşenmedim, her gördüğümün altına kocaman NEDEN? yazdım. Yani anladık, eldeki kuş misali değersizleştirme kendini temasında yazıp çiziyorlar da yemezler! Ben neden etrafımda “elimde tutmaya” çalıştığım insanlar barındırıyor kabul ediliyorum ki? Tamam çok da normal bir insan sayılmam. Kendi kendime konuşurum, etrafımda eğlenceli insanlar varsa konuşurum, aynaya bakar konuşurum, sokaklarda dans edip şarkı söylediğim vakidir, kedimle zaten konuşurum, sonra döner yine konuşacak birini bulurum… Şimdi buna bakıp her önüme gelenle gevezelik ettiğim düşünülmesin. Seninle o kadar da konuşmuyorsam, hele ki kahkaha atmıyor, sarsaklık etmiyorsam bil ki o kadar da bayılmıyorumdur sohbetimize. Oops ağzımdan kaçtı!

Tabi bu gevezeliklerimin zamansız olduğu, iç baymaya başladığı, ayy Nihan bi’dur! anları yaşanıyor. Böyle zamanlarda son derece anlayışlı ve sevimli kimliğime geçiyorum. Hayır çoklu kişilik bozukluğum yok, evet hepsini cebimde taşıyorum, hayır şizofreni için yaşım çok geçti! Yani hayali arkadaşlarım böyle dememi istedi aslında, hazır bakmıyorlarken yazıvereyim.

Yeri gelince ağzımı bantlamayı da bilirim, geyiğin boynuzları düşene kadar konuşmayı da ama yani böyle minik! defolarım var diye de elin tekniğine inanıp taktiğini uygulayacak değilim. Pek çok kişiye çok egosantrik gelen bu tavrım için özür dilemeyi de düşünmüyorum mamafih ısrarla belirtmek isterim ki beğenmeyen de küçük oğluna almayıversin. Zaten artık ben de o kadar küçük değilim, heheh.

Kardeşler, bacılar, Romalılar! ben bu girişi daha önce yapmış mıydım? Beni olduğum halimle, kimine göre defolarımla, kimine göre hatalarımla sevebilen insanları ben de öyle seviyorsam devam ediyor ilişkilerim. Çok da mutluyum. Fevri ve sevdiklerine karşı duyguları ile hareket eden bir kadın olarak, her ne kadar bunu istemesem de, hata yapma lüksü tanıyor bana. Biliyorum ki geçeriz üstünden, daha sağlam, daha çok tanışarak çıkarız. Niyet önemli diyorum.

Arzuhalciler vardı eskiden, bir de niyet tavşanları. Nereden aklıma geldiyse…!

 

24.12.24

Yüzün Silinmeden

Paris'in yağmurlu bir sonbahar akşamıydı. Saint-Germain'deki küçük kafelerin birinde oturmuş, kahvemi yudumluyordum. Sokak lambaları puslu havada titrek ışıklar saçıyor, kaldırımlarda yürüyen insanların siluetleri flu görüntüler halinde gözümün önünden geçiyordu.

Birden seni hatırladım. Yıllar önce, tam da böyle bir akşamda karşılaşmıştık. O zamanlar da aynı kafede oturuyordum. Sen içeri girdiğinde gözlerim hemen sana takılmıştı. Siyah paltonu hafifçe silkeleyerek yağmur damlalarından kurtulmaya çalışmıştın.

Şimdi düşünüyorum da belki de hiç karşılaşmamalıydık. Çünkü her anımsayışımda, içimde derin bir boşluk oluşuyor. Tıpkı o çok severek dinleyip dans ettiğimiz şarkıdaki gibi, “Her hatırlayışımda, daha iyi bir zamana, daha güzel bir yere götürüyor beni anılarımız.”

O gece uzun uzun konuşmuştuk. Sen müzikten bahsetmiştin, ben edebiyattan. Gülüşün hala kulaklarımda çınlıyor. Şimdi zaman değişti, mevsimler yer değiştirdi ve biz birbirimizden uzaklaştık.

Şimdi bu kafede otururken, pencereden dışarı bakıyorum. Yağmur hala aynı yağmur, sokak hala aynı sokak. Ama sen yoksun. Sadece anılarımda yaşayan bir hayalsin artık. Ve ben, yine tıpkı şarkıdaki gibi, orada bir yerde misin merak ediyorum.

Belki bir gün yollarımız yine kesişir. Belki başka bir sonbahar akşamı, başka bir kafede, belki de bambaşka bir ülkede... Ama şimdilik, sadece bu anılarla ve sahnede şarkı söyleyen kadının büyülü sesiyle baş başayım. Çünkü bazen bazı insanlar sadece güzel bir anı olarak kalmalı, tıpkı eski bir fotoğraf gibi...

O gece sohbetimiz nasıl da derinleşmişti...

"Bach'ı sever misiniz?" diye sormuştun bana.

"Evet, özellikle Goldberg Varyasyonları'nı," demiştim. Gözlerin parlamıştı. "Glenn Gould'un yorumu mu?" diye sormuştun heyecanla.

"Hem Gould'un hem de Angela Hewitt'in. İkisinin yorumları arasındaki farkları karşılaştırmayı seviyorum."

Sonra bana Chopin'den bahsetmiştin. Nocturne'lerin senin için ne ifade ettiğini anlatırken ellerin havada dans ediyordu. Ben de sana Kafka'nın Dönüşüm'ünü okurken hissettiğim o garip yalnızlığı anlatmıştım.

"Bazen," demiştin, "müzik ve edebiyat aynı duyguyu farklı dillerle anlatıyor. Tıpkı şu an çalan Melody Gardot şarkısı gibi... Hüzünlü ama umut dolu."

Kafeye ilk girdiğinde üzerinde siyah paltonun yanı sıra lacivert bir kaşkol vardı. Masama yaklaşıp "Bu masa müsait mi?" diye sorduğunda, Fransızcan hafif bir Alman aksanı taşıyordu. Sonradan öğrenmiştim ki Berlin'de büyümüştün ama son beş yıldır Paris'te yaşıyordun.

Gece ilerledikçe sohbetimiz derinleşmiş, kahvelerimiz soğumuştu. Sen konservatuvar eğitiminden, ben edebiyat fakültesindeki yıllarımdan bahsetmiştik. İkimiz de sanatın farklı dallarında kendimizi bulmuştuk ama ortak noktamız duygularımızı ifade etme biçimlerimizdi.

"Biliyor musun," demiştin, "bazen doğru insanla yanlış zamanda karşılaşırız." Bu cümlen, şimdi bile içimi burkar. Çünkü ertesi gün Viyana'ya taşınacağını söylemiştin. Yeni bir iş, yeni bir başlangıç...

O gece kafeden çıkarken yağmur durmuştu. Saint-Germain bulvarında yürürken son bir kez durup arkana bakmıştın. O bakışını hiç unutamıyorum. Sanki "keşke" der gibiydi gözlerin, ama ikimiz de biliyorduk ki bazen en güzel anılar yarım kalanlar oluyor.

Melody Gardot - "If I ever recall your face."

 

11.12.24

Kim O?

Kış aylarında başladı her şey. Soğuk, dondurucu bir kış değildi aslında. Sadece olağan, sıradan bir kış. Herkesin yaşadığı türden bir mevsim geçişiydi. Ne fazla üşüttü, ne de çok etkiledi. Belki de bu yüzden çabuk bitti - kendini fazla hissettirmeden, usulca çekildi gitti.

Sonra ilkbahar geldi. Ah o ilkbahar! Sanki yıllardır uyuyan bir tohum birden filizlenmeye başladı içinde. Her sabah aynanın karşısına geçtiğinde biraz daha tanıdık geliyordu yüzü kendine. "Ben buyum işte!" diye gülümsüyordu kendi yansımasına. Çiçekler açarken dışarıda, o da açıyordu içeride. Her yeni günle birlikte biraz daha hatırlıyordu kendini.

Ve sonra... Yaz! Öyle bir yaz ki, güneş sanki sadece onun için doğuyordu her sabah. İçindeki sıcaklık dışarıdaki havayı bile kıskandırıyordu. Rengarenk çiçekler açıyordu her yanında - kırmızı gelincikler gibi tutkusu, mor menekşeler gibi hayalleri, sarı papatyalar gibi umudu... Gökyüzünde süzülen bir kuş kadar özgür hissediyordu kendini. Her şey mümkündü, her şey onun için vardı sanki.

Sonbahar geldiğinde gökyüzü karardı birden. Kara bulutlar çöktü üzerine, ama güneş... Ah o inatçı güneş! Bulutların arasından sızıp ısıtmaya devam etti içini. Her damla yağmur biraz daha güçlendirdi onu, her düşen yaprak biraz daha bilgelık kattı ruhuna.

Ve şimdi, kış yeniden kapıda. Bu sefer daha sert vuruyor kapıyı, daha gürültülü çalıyor zili. Ama o artık biliyor - bu da geçecek. Çünkü içinde baharın müjdesini taşıyor. Düştüğü yerden kalkmayı öğrendi. Kaybettiği kendini bulmanın yolunu biliyor artık.

Bu bir yılın hikayesi değil aslında. Bu, kendini keşfeden bir ruhun hikayesi. Mevsimler gibi değişken, ama özünde hep aynı kalan bir varlığın hikayesi. Bazen fırtınalar kopuyor içinde, bazen güneş açıyor aniden. Ama o, tüm bu değişimlerin ortasında, dengede durmayı öğreniyor.

Ve belki de en güzeli bu - her düşüşten sonra yeniden ayağa kalkabilmek, her karanlık geceden sonra güneşin doğacağını bilmek. Çünkü o artık biliyor ki, mutluluk dediğimiz şey belki de bu dengeyi kurabilmekte gizli. Düşmekten korkmadan yürüyebilmekte, hata yapmaktan çekinmeden yaşayabilmekte...

Bu yolculukta bazen kantarın topuzu kaçabilir, bazen denge bozulabilir. Ama niyeti temiz olduktan sonra, bunların hiçbiri önemli değil. Çünkü her yeni gün, yeni bir başlangıç için bir fırsat. Ve o, bu fırsatları değerlendirmeyi çok iyi biliyor artık.

Şimdi yeni bir kış kapıda. Ama bu sefer farklı karşılıyor onu. Çünkü biliyor ki, içindeki bahar hiç ölmeyecek. İçindeki çiçekler her mevsim açacak. Ve o, tüm renkleriyle, tüm duygularıyla, tüm varlığıyla yaşamaya devam edecek.

Çünkü o, artık kendini bulmuş bir ruhun huzuruyla bakıyor hayata. Ve bu huzur, hiçbir mevsimin değiştiremeyeceği kadar değerli.

O kim peki ?

8.12.24

Hatırla

Sonbaharın soğuk günlerinden biriydi. Esen kuvvetli rüzgârın eşliğinde mahalleyi donatan meşe, çınar ve ıhlamur ağaçları sarı kızıl yapraklarıyla vedalaşıyordu. Sokaklarda telaşlı yürüyen insanların her zaman olduğu gibi bir bahanesi vardı. Kimi mevsime göre ince kaçan montlarıyla üşüyor, kiminin yetişeceği bir yer var, kimisi ise cumartesi öğleden sonra oynanan şehir takımının futbol maçı bittiği için trafik keşmekeşinden hızla uzaklaşma amacıyla ilerliyordu.

Mahallede daha önce de bir kez ziyaret ettiğim bir kitap kafe vardı. Evde vize sorunu yaşadığım günlerden birinde burayı hatırladığım çok iyi oldu. İsmini unutmama mana bulurcasına ismi de Hatırla idi. Bana ismi dışında neler hatırlattı, günün sonunda ya da yarın sabah uyandığımda fark edeceğimden şüphem yok.

Mahallenin güzel, geniş, 80'lerden kalma apartmanlarından birinin altında, çam ve ladin ağaçları ile süslenmiş çimden bir bahçe içinde bulunan bu kafenin boydan boya ve yerden tavana uzanan penceresinden dışarıya bakan koltuklardan birine kuruldum. Elimde yazdığım, mamafih halen yayınlanmasını beklediğim kitabımın prova baskısının yanı sıra bir de arka kapağını kendi seslendiren en sevdiğim öykü yazarının son kitabı ile bu fırtınalı ve soğuk sonbahar gününde yazın erken gelebilme ihtimalini* değerlendiriyorum camdan dışarı bakarken.

Müşterisi olduğum bu kafede, kafe sahibi hanımefendi ve ben, arada bu garip sessizliği bozacak cılız ve kısa sohbetler etsek de genel bir sükûnet hâkim ortama. Kafenin ben geldiğimden bu yana iki misafiri daha oldu. İki kız arkadaş, birer Türk kahvesi eşliğinde sohbetlerini edip yanımızdan ayrılalı iki saat kadar oluyor. Misafirliğe gelip kalkmak bilmeyen densizler gibi hissetmemek için belli aralıklarla içecek bir şeyler sipariş ediyorum.

Bir yandan kitap okuyan ve bilgisayarı şarj oldukça yazılarına devam eden benim için çok da şahane bir ortam aslına bakarsanız. Bu kafe sadece birkaç ay önce yan apartmanın altından şu anki yerine taşınırken mobilyaları da değişmiş ve içerideki klima sıcağı ile taze ahşap mobilyalar bir araya gelince, içeriye şömine ya da odun sobası yanarmışçasına bir koku sinmiş. Bu, çok derin solursan genzini yakacağını düşündüren koku, böylesi bir mevsimde sıcaklık veriyor içime. Bir türlü bırakamadığım şu sigarayı içmek için dışarı çıkıp her içeri girişimde aldığım ilk nefeste mutluluk veriyor. Ev gibi kokuyor. Ev böyle kokmalı diyorum ya da.

Ev meselesi için ayrı bir yazı kaleme almalı diyorum şu anda. Uzun mevzu bu...

Bir ara kafenin sahibi hemen geliyorum diyerek dışarı çıktı. Birkaç dakika sonra geri döndüğünde ise ben markete gidip geleyim, siz rahatınıza bakın diyerek daha uzun bir süre daha bu sessizlikle beni baş başa bıraktı. Güvenilir görünüyorum herhalde, diye düşündüm bu esnada. Yoksa ilk kez gördüğü bana, neden canının yongasını emanet etsindi ki, değil mi? Ne zaman döner bilmeden oturdum ve kitabımı okumaya devam ettim, bu kez üzerime bir de sorumluluk yüklenerek. Gelen bir müşteri olursa ben de müşteriyim, sahibi hemen gelecek, siz rahatınıza bakın falan diyeceğim. Çok hazırım buna, bekliyorum gelecek olanları. Hatta kapıya çıkıp hava çok soğuk, gelin bir çayımızı için diye insanları yollarından çeviresim var. Birkaç dakikalığına da olsa buralar benim sorumluluğumda ne de olsa! Görev bilinci ile tuvalete bile gitmiyorum!

Zaten ne olabilir ki, yani nasıl bir terslik olabilir ki beni burada kafesi ile baş başa bırakmakta? Belki bir çay doldururum kendime fazladan ya da duvar boyu dizili kütüphaneden bir kitap yürütürüm belki. Kalkıp hesabı ödemeden kaçarım desek, gidemem de gidecek yerim de yok şu anda. Arkadaşlar yine en lazım oldukları gün yok oldular. Bu konuyu biraz irdelemem lazım. Ya hepsi kendi gerçekliklerinden kaçmak üzere fazlasıyla çalışıyorlar ya da daha fenası benden kaçıyorlar. Hayır yani, görüldüğü üzere çok da güvenilir bir insanım aslında. İlk tanışıldığı gün kafe emanet edilecek kadar!

 

* Yekta Kopan – Belki Yaz Erken Gelir


Yıldızlı Gece

Bir ilkbahar sabahı, adıyla müsemma Çiçekli Huzurevi’nin bahçesi… Güneş, ılık ışıklarıyla çiy damlalarını okşuyor, bahçedeki rengarenk çiçeklerin üzerinde küçük gökkuşakları yaratıyordu. Zarif akçaağaçlar ve ıhlamur ağaçları, taze yapraklarıyla bahar rüzgarında nazlı nazlı dans ederken, bahçenin her köşesine serpiştirilmiş lavantalar ve güller, havayı tatlı bir kokuyla dolduruyordu. Taş döşeli patikalar, bakımlı çimenler arasından kıvrılarak ilerliyor, yer yer ahşap banklar ve küçük oturma alanları misafirlerini ağırlıyordu. Kuşların neşeli cıvıltıları ve uzaktan gelen hafif müzik sesi, huzur dolu atmosferi tamamlıyordu. Bahçenin bir köşesinde küçük bir havuz, içindeki nilüferler ve süs balıklarıyla sakinlerine huzur verirken, çevresindeki beyaz güller ve mor salkımlar görsel bir şölen sunuyordu. Çiçekli Huzurevi'nin beyaz boyalı, iki katlı zarif binası, yeşillikler arasında adeta bir masal köşkü gibi yükseliyordu.

Yıldız'ın ince parmaklarında tuttuğu fotoğraflar, torunlarının gülümseyen yüzlerini yansıtıyordu. Dalgalı gümüş rengi saçları omuzlarına dökülen, bal rengi gözleri hala gençliğindeki gibi ışıl ışıl parlayan bu zarif kadın, elindeki fotoğraflara bakarken ara sıra dudaklarında beliren tatlı tebessümle mutluluğunu ele veriyordu. Yüzündeki çiller ve yaşının getirdiği narin kırışıklıklar, ona ayrı bir karakter katıyor, düzgün duruşu ve zarifçe oturuşu ise geçmiş yılların asaletini yansıtıyordu. Lacivert eteği ve krem rengi beyaz iş bluzuyla, adeta bir tablo gibi bahçedeki bankta oturmuş, elindeki her bir fotoğrafı özenle inceliyordu.

Hafifçe esen sabah rüzgarı, Yıldız'ın saçlarında altın rengi menevişler yaratırken, Gece birkaç adım gerisinde durmuş onu izliyordu. Bahar sabahının taze nemi havada asılı kalmış, çiçeklerin kokusuyla karışarak etrafı sarmıştı. Güneş ışınları, ağaçların yaprakları arasından süzülüp Yıldız'ın gümüşi saçlarında dans ederken, uzaktan gelen kuş sesleri bu tabloya eşlik ediyordu.

Otuz yıl önce de böyle bir ilkbahar gününde, ofis binasının önündeki parkta, rüzgarda savrulan kestane rengi saçlarının kokusunu içine çekmişti. Aradan geçen onca zamana rağmen, o günün her detayı zihninde taptazeydi: Yıldız'ın üzerindeki açık mavi elbise, bankta duran kahve bardağının rüzgarda uçarak üzerine dökülmesi, aynı rüzgarın dağıttığı saçlarını telaşla toparlamaya çalışması hala zihninde dün gibi tazeydi. Kendi beceriksizliğine gülerken dudaklarında beliren o masum tebessüm, Gece'nin kalbini yerinden oynatmıştı. O günden bu yana Yıldız'ın her hareketi onu derinden etkiliyordu.

Gece'nin her zamanki heybetli duruşu, geniş omuzları ve uzun boyu, yaşına rağmen hala dikkat çekiciydi. Koyu siyah saçları beyaza dönmüş olsa da, keskin yüz hatları ve derin bakışlı kahverengi gözlerindeki etkileyici ifade hiç değişmemişti. Yürürken bile her adımında belli olan o kendine has asaleti, şimdi bastonuna yaslanırken bile hiç eksilmemişti. Yaşının getirdiği ağırbaşlılık ve bilgelik, yüzündeki derin çizgilerde kendini gösteriyordu. Gözlerinin etrafındaki kırışıklıklar, yıllar boyunca paylaştığı kahkahaların, yaşadığı sevinçlerin ve kimi zaman da hüzünlerin izlerini taşıyordu. Zaman, onun üzerinden sanki farklı akmış, olgunluğun ve yaşanmışlığın her halini daha da çekici kılmasına izin vermişti.

Gece, bahar güneşinin nazik dokunuşları altında, yeşeren ağaçların arasından süzülen ışığın Yıldız'ın saçlarından geçişini izlerken, geçen onca yıla rağmen içindeki o tanıdık heyecanı hissetti. Sanki zaman durmuş, sanki hala ilk günkü gibi kalbi farklı bir ritimle çarpıyordu.

"Bu kadar yıl sonra hala aynı şekilde gülüyorsun Yıldız," dedi arkasından gelen ses. Gece'nin sesi.

Yıldız'ın kalbi bir an için durur gibi oldu. O ses... Otuz yıl geçmesine rağmen, hala aynı etkiyi yaratıyordu üzerinde. Parmak uçlarına yayılan hafif bir titreme, boğazında düğümlenen kelimeler ve göğsünün içinde çırpınan bir kuş... Gençliğindeki gibi değildi belki bu heyecan; daha olgun, daha derin, daha anlamlıydı. Yılların getirdiği her anı, her pişmanlık ve her gülümseme, o kısacık anda zihninden geçti. Dönmeden önce, sadece bir saniye duraksadı; sanki o anı biraz daha uzatmak, o sesi biraz daha içinde tutmak ister gibiydi.

"Sen de hala arkamdan sessizce yaklaşıyorsun," dedi Yıldız, yüzünde o bildik gülümsemeyle. İkisi de güldü, tıpkı onlarca yıl önce gizlice paylaştıkları kahkahalar gibi.

Gece, Yıldız'ın yanına oturdu. Aralarında yine o tanıdık sessizlik... İkisi de biliyordu ki, bu sessizlik rastgele bir sessizlik değildi. Yılların, yaşanmışlıkların, paylaşılmış ve paylaşılamamış tüm anıların ağırlığını taşıyan, ama aynı zamanda hafifliğini de içinde barındıran özel bir andı. Konuşmadan anlaşabilme yeteneklerini hiç kaybetmemişlerdi. Yıldız eşini kaybedeli on üç yıl olmuştu, Gece'nin savrulup durduğu onca kadın ise artık çok uzakta kalmıştı. Şimdi ikisi de oradaydı, ama artık çok mu geçti? Yıldız heyecanını saklamakta bir genç kız beceriksizliğinde bakıyordu Gece’nin yüzüne.

Sessizliği bozan Gece oldu.

"Ah, bir de şu martı olayı vardı!" diye güldü, gözlerinde neşeli bir ışıltıyla. "O gün parkta oturmuş, yine o hafta neler yaşadığımızı konuşuyorduk..."

"Evet," diye kahkahalarla karşılık verdi Yıldız, "tam da en duygusal yerinde, martının biri gelip ceketinin üzerine hediyesini bırakmıştı! Ben de..."

"Sen de gülmekten kendini yere atmıştım!" diye devam etti Gece, gözlerinden yaşlar gelerek. "Ben orada öylece kalakalmış, ceketime bakarken, sen çantandan çıkardığın mendillerle beni temizlemeye çalışıyordun. Ama gülmekten elin ayağın birbirine dolaşıyordu."

"Ve tam 'Bak, böyle temizlenir,' diye ukalalık yaparken, ikinci martı da senin suratının tam ortasına nişan aldı!" dedi Gece, kahkahasını tutamayarak. "O an donup kalmıştın, gözlerin kocaman açılmış..."

"O gün parkta herkes bize bakıyordu," diye hatırladı Gece. "İki olgun insan, martıların gazabına uğramış, kahkahalarla gülüyor... Sanki iki çocuk gibiydik."

Yıldız iç çekti. "Bazen düşünüyorum da, belki de..." "Biliyorum," dedi Gece, onun elini avucunun içine alarak. "Ben de düşünüyorum. Ama biz masalımızı en güzel şekilde yaşadık, değil mi? Kimseyi incitmeden, kimsenin kalbini kırmadan..."

"Ve şimdi burada, yine karşı karşıyayız, bu kez hayat bize karşılık veriyor sanki" dedi Yıldız, gözlerinde yaşlarla karışık bir gülümsemeyle. "Belki bu son karşılaşmamız olacak, kim bilir? Ama içimde öyle bir his var ki..."

Gece'nin gözleri de dolmuştu. Yıldız'ın elini biraz daha sıkı tuttu. "Biliyor musun," dedi titrek bir sesle, "ben de hep bunu düşündüm. Her gece gökyüzüne baktığımda, yıldızların parlaması gibi, sen de hep içimde öyle parlak kaldın."

"Ve sen de benim gecemdin," diye fısıldadı Yıldız. "Karanlık değil, huzur veren, güven veren, sırlarla dolu bir gece... Keşke o zamanlar..."

"Şşş," dedi Gece, parmağını nazikçe dudaklarına götürerek. "Pişmanlıklar için çok geç artık. Biz hikayemizi en doğru şekilde yaşadık. Başkalarının mutluluğunu düşündük, fedakarlık yaptık. Belki de bu yüzden şimdi burada, bu yaşta bile hala hayat bize bu şansı veriyor."

Yıldız başını usulca Gece'nin omzuna yasladı. İkisi de biliyordu ki, bazı sevgiler zamana yenik düşmek için fazla değerliydi. Onlarınki de öyleydi işte; yılların tozuyla değil, anıların pırıltısıyla parlayan, nadide bir mücevher gibiydi.

….

Gece her gün, aynı saatte, aynı bankta oturan Yıldız'ı görmeye geliyordu. Hemen her seferinde Yıldız ona ilk kez görüyormuş gibi şaşkın bir mutlulukla bakıyor, aynı heyecanı yaşıyor, aynı anıları yeniden keşfediyordu. Demans, Yıldız'ın hafızasını silmiş olsa da, kalbi hala aynı ritimle atıyordu Gece'yi gördüğünde.

On üç yıldır her gün aynı sahneyi oynuyorlardı. Gece için bu hem tatlı hem acı veren bir rutindi. Her gün, Yıldız'ın gözlerindeki o ilk tanışma parıltısını görmek, onun için hem bir hediye hem de derin bir yaraydı. Ama Yıldız'ın mutluluğunu bozmamak için, her seferinde sanki ilk kez karşılaşıyorlarmış gibi davranıyordu.

Sevdiği kadının yanında olup onu mutlu edebilmek için bu döngü içinde her gün aynı hikayeyi yeniden anlatmak da sevdaya dahildi. Gece için Yıldız, her gün yeniden keşfedilen bir hazineydi ve bu keşif, sonsuza kadar sürecekti, bir gece gökyüzünde buluşana dek.

"Belki de bu bizim en güzel hikayemiz," diye düşünüyordu Gece. "Her gün yeniden başlayan, her gün ilk kez yaşanan bir aşk..." Yıldız'ın hastalığı, onların aşkını zamansız bir masala dönüştürmüştü.

25.11.24

Cheers !

80’li yılların kült olmuş bir dizisidir, Cheers! Bir barmen ve müdavimlerin birbirleriyle devamlılığı olan ilişkileri üzerine kurulu bir düzendi dizinin içeriği. İyi, kötü, eğlenceli, dramatik ne varsa paylaşırlardı birbirleriyle. Hemen her gün uğradıkları o barda çok gerçek ilişkiler yaşanırdı. Güzel diziydi, şimdi olsun yine izlerim. Ben de tüm insan ilişkilerinin bir nevi alışveriş olduğuna inananlardanım. Ederi, bedeli, yatırımı ya da maliyeti hesabına girmem. Paha biçilemez bir alışveriştir bu. Tek bir karşılığı olabilir belki bu ticaretin, o da vefadır.

Hayatıma aldığım her insanı seçmekten gurur duyarım. Hele bir de karşılığında seçildiysem gururdan ölebilirim! Böyle yazınca çok züppece görünen bu gurur, aslında karşılıklı çok değer vermekten geçiyor. Karşımdakine olduğu gibi kendime de. Arkadaş bence insanın kendine yakışanı seçmesidir! Her biri bir başka renk, kimisi rengarenk. Gökkuşağından çevrem var benim be, kim durabilir önümde. Hali hazırda kendi ayakları üzerinde duran, ensesi kalın bir kadınım ama lüzum gördüğümde de sırtım yere gelmez. Daha ne isterim ki hayatta? Para pul mal mülk, hadi ordan…! Bunlar sevip sevildiklerin ve güvendiklerin olmadan pek sası kalıyor hayatta.

Orman içinde, göl manzaralı muazzam bir malikanede düşün kendini. Yapayalnızsın. Paraya konup yapışan dalkavuklardan bahsetmiyorum bak, yapayalnızsın! Düşün ki kapıda bir Bugatti seni bekliyor, cayır cayır yanıyor renkleri de. Gidecek kimsen yok. Muhteşem bir sinema salonun var, dünyanın en iyi ses sistemine sahipsin ama izlediğin filmi, o efektlerin nasıl da gerçekçi duyulduğunu, sana neler hissettirdiğini anlatacak kimsen yok. Sosyal medyada karşıma çıkmıştı bu söz, sahibini hatırlayamadım kusura bakmayın. İnsanın başına gelebilecek en kötü şey yalnız kalmak değildir, diyordu. En kötüsü kalabalıklar içinde yalnız hissederek yaşamaktır, diye de devam ediyordu. İşte tam da böyle bir şey önce para istemek. Para bizi paralıyor, paramparça ediyor, her bir parçamızı da rüzgarda savuruyor eprimiş banknotlar gibi. Etmeyin, önce mutluluk dileyin şu güzelim hayattan.

Gerçek arkadaşlar cüzdanınıza bakmaz çünkü. Gülmek bedavadır. İlle de bir meyhanede gülmek zorunda değilsin. Sarılmak bedavadır, ille de tropik bir adada gün batımına karşı sarılman gerekmiyor. Nasılsın derken ağızlarından bir nasılsın sorusu daha çıkar onların, gerçekten merak eder, dertlerinizi, neşenizi, heyecanınızı can kulağı ile dinlerler.

Sen de hayattan satın alamayacağın şeyleri dile n’olur. Diğerlerini çok istersen çalışır alırsın zaten ya da bir arkadaşın hediye eder. Kendine satın aldığın hiçbir şey sana, sen düşünülerek alınmış bir hediye kadar kıymetli olamaz.

Cheers!

Martini’sini yudumlayan yazarın.

Gittim ve Döndüm

Bu yaşımda ilk kez yurtdışına çıktığıma inanmayanlara inat, çıktım arkadaş. Bugüne kadar artık nasıl bol keseden bilgi dağıttıysam izleyip okuduklarımdan, gerçekten de çoğunluk inanmadı. Hadee canımmmm gibi tepkilerle karşılaştım. Hayır yani ayıp ya da günah da değil ya. Öyleyse de bir pazar günü kiliseye de uğrar çıkartırım üstümdeki günahları papaza nazır. Amen!

Tek başıma seyahat etmekten bir çıtır ürkerek çıktığım bu yolculukta, tek kelime bilmediğim Flemenkçe bir an olsun engel olmadı seyahatime. Zira anlamıyordum ve yine zira konuşana da pek rastlamadım. Yemyeşil ve sular altında kalmaya ramak kala bir ülkenin başkentinin sokaklarını arşınlarken hissettiğim aşinalık ise, nereden geliyordu acaba.

Böyle uzun cümleler kurmayı çok havalı bulmayı da acilen bırakmam lazım. Dumanlar tütüyor okurumun kulaklarından zaman zaman. Kıyamam!

Karış karış dolaştığım sokakları bugün bile gözlerimi kapamaya gerek duymadan yeniden yürüyebiliyor, kokusunu duyabiliyorum. Bu kokuların içinde bir takım ot yanıkları da var evet. Bir takım dediğime de bakmayın hani buram buram çeşit çeşit. Sevgili BoğaKöpeği, orada olan orada kalır! Kimbilir belki bir gün gideriz seninle de, o zaman hayali de gerçek olur. Orada ve döndükten sonra gördüğüm tüm rüyalar bana mahsus! Kıps

Evvelce tecrübesi olan çok güvendiğim bir kahramanımdan aldığım öğütlerle konakladığım mahalleye Nişantaşıçatlatan adını verdim zira Gucci, Hermes, Versace, Ralp Lauren ve tüm kuzenleri karşılıklı inci gibi dizilmişlerdi arka sokağımda. Kendileriyle aşık atacak halim olmadığından vitrinlerinin önünde kral huzurunda reverans yaparak yürüdüm her gün. Zaten çok da şey etmemek lazım, düşkünleri de değilim; eğlenceli olsun diye yaptım bunları. Oldu da, hele ki Hermes’i kapattığımız o gün!

Şimdi ben bunu niye mi yazıyorum cânım okur? Yok bir sebebi, hayatta her şey kısmet.

23.11.24

... Dokunur Ya Her İnsana

Hikayesi, gitmekle kalmak arasındaki o ince çizgide başladı. Sezen Aksu'nun şarkısında dile getirdiği gibi, unutulmak gerçekten her insana dokunuyordu. O da bunun farkındaydı. Şimdiye kadar hep kalan tarafta olmuştu; sevdiklerini uğurlamış, arkalarından el sallamış, özlemle beklemişti. Ama bu kez farklı olacaktı.

Gitmek, onun için cesaretin ve değişimin simgesiydi. Ataletin zıttı, yeniliğe açık ve cesur bir hareket. Artık geride kalıp yol gözleyen değil, hatırlanan ve özlenen olmak istiyordu. Ancak bu sefer aynanın diğer tarafında durmanın getirdiği endişeler de vardı içinde. Acaba geride bıraktıkları aynaya baktıklarında sadece kendilerini mi göreceklerdi? Yoksa onun bıraktığı izler de görünecek miydi?

"Gözden uzak olan gönülden de uzak olur" sözüne hiç inanmamıştı. Çünkü o, uğurladığı hiç kimseyi unutmamıştı. Belki de bu yüzden, kendisinin unutulma ihtimali onu derinden etkiliyordu. İnsanın başkalarının ruhunda bıraktığı izler kadardı değeri, bunu çok iyi biliyordu.

Bukowski'nin sözlerini kendine rehber edinmişti: "Sizi sevmediğimi düşünüyorsanız muhtemelen sevmiyorumdur. Sevdiklerimi şüpheye düşürmem." O da böyleydi; girdiği hayatlarda önce sınar, sonra tam anlamıyla kabul ederdi. Bu, onun kendini ifade etme biçimiydi.

Şimdi bu ani gidişiyle, alışkanlıklarını ve sevdiklerini geride bırakırken, içinde tuhaf bir duygu karışımı vardı. Can yakıyor olmanın verdiği o karanlık haz, ama aynı zamanda özlenme arzusu... Çünkü biliyordu ki unutulmak, ruhun en derin yaralarından biriydi.

Bavulundaki eşyalarını yerleştirirken aklına gelen son düşünce, belki de en güzel veda şeklinin ardında güzel anılar bırakmak olduğuydu. Çünkü unutulmamak, sadece fiziksel varlığınla değil, başkalarının hayatında yarattığın değişimlerle mümkündü. Ve belki de en güzel hatırlanma şekli, birinin gülümseyerek "iyi ki" diyebilmesiydi. Pencereden dışarı baktığında gün aydınlanmak üzereydi. Şehrin ışıkları uzaktan göz kırpıyordu. Belki de gitmek, bazen kalmaktan daha çok şey anlatırdı insana. Ve belki de bazı izler, mesafelerle değil, kalplerde bıraktığı boşluklarla ölçülürdü.

"Unutma be beni" diye fısıldadı son kez, ardında bıraktığı şehre bakarak. Trene bindiğinde güneş yeni doğuyordu, tıpkı onun için başlayan yeni hayat gibi.