Harflerinden, kelimelerinden değil… Bu dilin esas yeni yanı anlamındaydı.
Bildiğim kelimeler vardı yine; dudaklardan tanıdık tınılarla dökülen, hatta bazen ezberden bildiklerim… Ama mânâları başka bir yerden geliyordu sanki.
Yeni bir dille karşılaşmak böyle bir şeymiş: tanıdık seslerin içine gizlenmiş bambaşka bir dünya.
Bugün fark ettim ki, ben uzun zamandır sadece kendi dilimin içinde yaşıyormuşum. Kendi sesime öyle alışmışım, kendi sözcüklerimi öyle doğru ve doğal bellemişim ki, başkasının başka bir dille düşünebileceğini dahi hesaba katmamışım.
Çuvaldızı elime alıp kendime batırmadan önce, bu tekil konforun içindeymişim hep. Bendeki doğruyu, evrensel bir hakikat sanmışım. Ne büyük yanılgı.
Ama ne büyük şans ki, bugün... Çok daha uzun zamandır tanıdığım başka birinin daha, aslında O dili konuştuğunu fark ettim. Benim dilimi anladığını ama kendi dilini tercih ederek yanımda durduğunu. Belki de ben, onun kelimelerine anlam vermeye ancak bugün hazır hale geldim. Ve o, ilk kez bugün ses verdi, kendi dilinden.
İşte o anda anladım: Anlaşmak, aynı dili konuşmak değilmiş. Anlamak, ortak bir alfabe kurmak değilmiş. Asıl olan, ortak bir niyetle bakabilmekmiş hayata. Duyguda, niyette, amaçta ve ülkülerde buluşmakmış asıl bağ. İnsanı insanla yakın kılan şey, ses değilmiş — titreşimiymiş. Ve bu titreşim, bazen bir suskunluğun içinden geçip geliyor.
Elma ile armut… farklı ağaçlarda büyüyen, farklı tatlar taşıyan meyveler ama aynı sepette, yan yana, birbirini ezmeden, bozulmadan durabiliyorlar ya… İşte mesele tam da buymuş. Karınca ile cırcır böceği, başka mevsimleri sever belki. Biri çalışır, diğeri şarkı söyler. Ama aynı masalın içinde yer alabiliyorlar. Aynı hikâyeyi başka dillerde anlatabiliyorlar.
Bugün yeni bir dil öğrendim. Ama aslında, sadece başka bir dili değil, başka bir duyma biçimini de öğrendim. Kendi sesimin dışına çıkmayı, bir başkasının sessizliğinde konuşmayı ve en önemlisi, konuşmadan da anlaşılabildiğini. Dilimden çok, kalbim tercüme etti bugün olanı.
Ve artık biliyorum: Anlaşmanın tek yolu, aynı dili konuşmak değil. Aynı yere bakmak yetiyor bazen. Aynı rüzgârla savrulmak. Aynı yükü, farklı yollarla taşımaya razı olmak.