17.10.08

ıslak ve ıssız bir gecenin sonuna yakın alacakaranlığa beş kala saatlerde, takırdayan yüksek ökçelerin sesleri geliyor biryerlerden. daha ıssız ve dar bir sokağa yöneliyorum daha uzağa kaçmak istercesine. ellerim ceplerimde, içimde bir ürperti, ökçelerin sesleri iyice uzaklaştı. kendi seslerimle başbaşayım; ne gürültü ama. sokak, döndükçe, üzerime geliyor. soğuk ferahlatsa da can sıkıcı olmaya başlıyor. ha gayret diyerek devam ediyorum yoluma. birkaç travesti çıkıyor karşıma ama ne onlar beni görecek haldeler ne de ben onlardan korkacak kadar uzun bakıyorum yüzlerindeki çizgilere. sessizliğin içinden tanıdık bir melodi çalınıyor kulaklarıma. 'Sur' bu diyorum yaklaştıkça. yıllar var duyurmuyorum bu notaları, bir o kadar aşina halbuki. nereden geldiğini anlamaya çalışarak kulak kabartıyor, gözlerimi pencerelere çeviriyorum. titrek bir ışık çarpıyor gözüme izbe bir binanın 4. katinda. yüksek ve geniş apartman kapısı davet edercesine içeri, aralanmış bana bakıyor. bir süre bakakalıp, hiçliğin ortasında olabilecek tüm 'hiç'leri umursamıyorum ve O'nun dünyasına ilk adımımı atıyorum. içeri girer gitmez kapının aralığından sızan başkaları olduğunu da görüyorum. ikisi birbirine adeta sarılmış uyuyan en az beş altı kedi, kendilerini rahatsız ettiğimden olacak kısık gözlerini aralayıp bakıyorlar. tehlike var mı diye biraz bekledikten sonra uykunun ağırlığıyla yoğrulmaya devam edip ilgilenmiyorlar benimle. audrey hepburn filmlerinde gördüğüm telden iki kapısı olan eski asansörlerden var ama cesaret edemiyorum kullanmaya ve sessizliği bozmaya. merdivenlere yönelmeden aradığım ışık sonucçsuz kalınca, çakmağımı kullanarak devam ediyorum üstkatlara doğru. bir yandan dinleyen kişiyi hayal ederken anlamsızca, bir yandan geçmiş canlanıyor gözümde. rutubet kokusu heryeri sarmış boşlukta ilerlerken kesif bir sidik kokusu burnumu yakmaya başlıyor. çıt çıkmıyor kendini tekrarlayıp duran 'Sur' dışında. çakmağım elimi yakmaya başladı ve yoruldum ama ısrarlıyım. neden ve neye bu ısrar bilmiyorum. gidip kapıyı çalsam gecenin ya da sabahın bu saatinde muhtemelen ya korkup kapıyı açmayacaklar ya da polis çağıracaklar diyorum. dördüncü kata çıkınca önce birkaç saniye soluklanıyorum kapının önünde. Astor'un sesi hala aynı derinlikte ve arzuyla çınlıyor kulaklarımda. biraz ısınmak istiyorum, ceplerimi yokluyorum. konyak şişesinin dibinde kalan son yudumu içiyorum ama yeterli olmayacağı besbelli. mantomu üzerime iyice sarıp kapının yanındaki merdivenlere oturup bir sigara yakıyorum karanlığın ortasında. her nefes çekişimle çıtırdayarak körüklenen ateş belli belirsiz bir aydınlık yaratıp kayboluyor yeniden. ciddi ayaz var ilk kar düştü düşecek. duvara yaslanıp müziğe veriyorum kendimi. bir sigara daha yakarken bir tıkırtıyla irkiliyorum. hafif bir ışık yüzünü gösteriyor ve kapı aralanıyor. karanlıktan kısılmış gözlerim aydınlığın içindeki, yüzü seçemiyor. birkaç saniye bana bakıp içeri giriyor yeniden ama kapıyı kapatmadan. hafif bir korku dalgasıyla biraz daha üşüyorum, içeriye girmeli miyim diye düşünürken. çekinerek ayağa kalkıp kapı aralığından içeriyi ve içerdekileri görmek istiyorum. vazgeçip çıkıp gitmek istiyorum ama öyle buğulu ki her şey kararsızlığımla öylece kalakalıyorum sesini duyana kadar.
- üşümüşsün haydi gel bir şeyler içersin.
sesinden anlayamıyorum kadın mı erkek mi içerideki ve ne kadar tehlikeli... içeriye girip kapının önünde öylece dikiliyorum. ne işim var benim burada? - kapat kapıyı çocuk çok soğuk, diyor. sarı siyah ışıklarla aydınlanmış uzun ve geniş bir koridorda ilerliyorum hala biraz çekinerek. duvarda ışıkla aynı rek eski fotoğraflar, birkaç küçük tablo.........

6.10.08

büyüdükçe acılarımızın biçimi de değişiyor. çok derinlere inemiyorlar öncekilerin külleri yüzünden ve yangınlar daha mantıklı sönüyor içeride.

ya hep ya hiç diyor, anlamsızca vakit harcamıyoruz; çünkü biliyoruz zamanın ne kadar az ve hayatın gereksiz çırpınışlar için ne kadar kısa olduğunu. aşk bile hakkını veremiyor, ayakları yerden kesemiyor. 'O' kelime dile gelip söylenemiyor ancak 'sevişmek'ten bahsederken anılıyor 'sevmek'; gün aydınlanırken güneşin ilk ışıklarıyla buhar olup yok oluyor. bir başka gece bir başka sevişmeye dek vücut bulamıyor korkusundan.

derinlere biraz daha kül savururken ben, istanbul'da fırtına uyarısı veriliyor televizyonlarda. böylece biliyorum ki küller savrulacak ve bu seferki içimde çok da yer tutmayacak. garip bir sızıyla içim ürperirken yanılgılarımı ve geçen birkaç ayı gözden geçiriyorum güzel bir şarkıyla. tartıyor, ölçüyor, biçiyorum... hala anlamıyorum. sonrasında hatırlayıp bakarsam belki ileride diyor ve bu sayfaya yeni bir biçim veriyorum hayatımla birlikte...


ateş böcekleri sönerken sonbaharın gelişiyle birlikte, güz güneşini selamlamayı seçiyorum...

23.9.08

bu bitmeyen hüznün miladı senin gidişin, biliyorum. bu yalnızlık korkusu da aynı miladın yadigârı bana. rüyalarımda gelişin, saçlarımı okşayışın özleyişim seni. kendi başıma ve dimdik ayakta kalmak zorunda oluşum beni görüşünden.

bu bizim hep birlikte tek fotoğrafımız. bundan 24 yıl öncesine ait, hatırlamadığım bir yaz günü... sanki güzel bir filmin dondurulmuş bir anı. repliklerini unuttuğum, tekrar dönüp izleyemediğim, başa saramadığım.

seneler geçtikçe artıyor sana özlemim ve ihtiyacım. ruhum daha büyük yaralar alıyor diye, eminim. daha çok arıyorum kollarının arasında olmayı ve buna rağmen uzak ve yalnız olmayı yine ben seçiyorum her şey ve herkesten. mutluyum da aslında ama artık mutluluğumda da arıyorum seni. bir parçası kaybolmuş bir puzzle gibi. . .

aklımda hep aynı bir kaç sahne.

ve perde . . !
iyi ki doğdun babacığım . . .
.
.
.
keşke yanımda olabilseydin . . .
.
.
.

Sonbahar yapraklarının sararmaya, bulutların daha gri ve fazla olduğu şu günlere rağmen güneş yine de asil yüzünü gösteriyor.

Hayatta her şey mümkün diyordum, en çok da mutluluk;

yeter ki nerede bulacağını bil...