1.7.25

Bir Dil...

Harflerinden, kelimelerinden değil… Bu dilin esas yeni yanı anlamındaydı. 

Bildiğim kelimeler vardı yine; dudaklardan tanıdık tınılarla dökülen, hatta bazen ezberden bildiklerim… Ama mânâları başka bir yerden geliyordu sanki. 

Yeni bir dille karşılaşmak böyle bir şeymiş: tanıdık seslerin içine gizlenmiş bambaşka bir dünya. 

Bugün fark ettim ki, ben uzun zamandır sadece kendi dilimin içinde yaşıyormuşum. Kendi sesime öyle alışmışım, kendi sözcüklerimi öyle doğru ve doğal bellemişim ki, başkasının başka bir dille düşünebileceğini dahi hesaba katmamışım. 

Çuvaldızı elime alıp kendime batırmadan önce, bu tekil konforun içindeymişim hep. Bendeki doğruyu, evrensel bir hakikat sanmışım. Ne büyük yanılgı.

Ama ne büyük şans ki, bugün... Çok daha uzun zamandır tanıdığım başka birinin daha, aslında O dili konuştuğunu fark ettim. Benim dilimi anladığını ama kendi dilini tercih ederek yanımda durduğunu. Belki de ben, onun kelimelerine anlam vermeye ancak bugün hazır hale geldim. Ve o, ilk kez bugün ses verdi, kendi dilinden. 

İşte o anda anladım: Anlaşmak, aynı dili konuşmak değilmiş. Anlamak, ortak bir alfabe kurmak değilmiş. Asıl olan, ortak bir niyetle bakabilmekmiş hayata. Duyguda, niyette, amaçta ve ülkülerde buluşmakmış asıl bağ. İnsanı insanla yakın kılan şey, ses değilmiş — titreşimiymiş. Ve bu titreşim, bazen bir suskunluğun içinden geçip geliyor.

Elma ile armut… farklı ağaçlarda büyüyen, farklı tatlar taşıyan meyveler ama aynı sepette, yan yana, birbirini ezmeden, bozulmadan durabiliyorlar ya… İşte mesele tam da buymuş. Karınca ile cırcır böceği, başka mevsimleri sever belki. Biri çalışır, diğeri şarkı söyler. Ama aynı masalın içinde yer alabiliyorlar. Aynı hikâyeyi başka dillerde anlatabiliyorlar. 

Bugün yeni bir dil öğrendim. Ama aslında, sadece başka bir dili değil, başka bir duyma biçimini de öğrendim. Kendi sesimin dışına çıkmayı, bir başkasının sessizliğinde konuşmayı ve en önemlisi, konuşmadan da anlaşılabildiğini. Dilimden çok, kalbim tercüme etti bugün olanı. 

Ve artık biliyorum: Anlaşmanın tek yolu, aynı dili konuşmak değil. Aynı yere bakmak yetiyor bazen. Aynı rüzgârla savrulmak. Aynı yükü, farklı yollarla taşımaya razı olmak.

Dilimin Ucunda...

Ben sadece, çalınmayan bir müziğin içinde yankılanıyorum. Hatırlanıp söyleneceği günü bekleyen bir şarkı gibiyim. Yıllardır duymadığın, dinlemedikçe varlığını unuttuğun, ama daha ilk melodisini duysan ezbere söyleyeceğin o en sevdiğin şarkı — belki de tam olarak buyum. O'nun zihninin derinliklerinde bir yerlerde gizlenmiş, doğru ana ve doğru notaya hasret.

Ve O… Muhtemelen o müziği duyuyor. O'nun zihninin gündüz ve gecesi arasındaki keskin çizgi, benim varlığımın yankılandığı yer. Birinde tüm mücadelelere rağmen nefes alıp, kendini ait hisseden diğerinde tuğlalarını tek tek elleriyle ördüğü o hayat kalesinde mağrur bir kral gibi yaşıyor. O kale güvenli, tanıdık, ama bir o kadar da içindeki o melodiyi unutturan bir sığınak aynı zamanda.

Arada o şarkı diline dolanacak oluyor. Sözlerini çok iyi bildiği bir şarkının o ilk melodisini hatırlasa devamı gelecekmiş gibi kalakalıyor, ama bir türlü dolayamıyor diline. İçinde bir boşluk hissi oluşuyor, tamamlanmadığı için de zihnini kurcalıyor sürekli . Hatırlayamadığı her an, benim varlığım daha da belirginleşiyor, sessiz bir feryat gibi. Her gün yüzünü gördüğün, konuştuğun insanın adını bir anda unutuvermek gibi. "Dilimin ucunda," diyor. Hayatındaki yerimi daha da güzel anlatamaz herhalde — çok yakın ve pek uzak.

Hatırlamaya kalkarken hayat giriyor araya; bir bakıyor, eve dönüş yolunda arabanın ön koltuğunda bir buket çiçek duruyor. Koltuktaki çiçeklere bakarken "Ne ara aldım ki bunu?" şaşkınlığı bile artık hafiflemiş bir sıradanlığa, kanıksanmışlığa dönüşmüş. O kadar olağan ki, varlığı bile sorgulanmıyor artık. "Çiçek" diyor… çiçek… çiçek… çiçek… anlamını yitiriyor kelime bunca tekrarla. Kelime, boş bir sese, bir eylemin cansız kanıtına dönüşüyor. Baharı çok sever aslında, ama bu çiçekler güldüremiyor yüzünü. Gözlerinin içindeki ateş, gerçek sevinç ve baharın tazeliği, bu rutinleşmiş çiçeklerin ardında kaybolmuş. Onlar sadece birer nesne, birer görev hatırlatıcısı.

Sonra ayaklarının düşünmeden yürüdüğü o bahçede, kapı ziline basmak üzere gün batımında ilerlediği eve yaklaşırken, o melodiye çok yakın ve en uzak olduğu yerde olduğunu hissediyor. Dünyanın ucunda değil, dışında gibi izliyor elindeki çiçekleri. Kapının ziline uzanıyor, akşamın ilk ışığı evin içinde yanarken, açılan kapının soğuk koluna uzanıyor.

5.4.25

Kukla

Hayatımın kontrolünü kaybettim.

İlk kez, ömrümde ilk kez…

Kaderimin ipleri elimden kaymış gibi.

Sanki bir başkasının elinde, kukla gibi sallanıyorum.

Oysa bu yola o kadar iyi niyetle çıktım ki.

Zaman değişti, ben değiştim, kendime daha çok yer açtım.

Bir şeylerin artık benim için de güzelleşeceğine gerçekten inandım.

Ama o inanç, yeni bir hayal kırıklığına dönüştü.

Eskiden insanlar kırardı beni, umutlarımı…

Şimdi hayatın ta kendisi yapıyor bunu.

Ve fark ettim ki;

Bir zamanlar “benim yüzümden oldu” diyerek yükü hep sırtlanırken,

şimdi nasıl oldu da hayatı suçlar hale geldim, bilmiyorum.

Ama hissettiğim şey bu.

Kızgınım. Kırgınım. Yorgunum.

İşte tam da bu noktada aklıma hacıyatmazlar geliyor.

Bilirsin, itildiğinde devrilir ama yere hiç düşmezler.

Sallanır, döner ama sonunda tekrar dikilirler.

Ben de bir zamanlar öyleydim belki.

Ama şimdi...

Devrildiğim yerde biraz kalmak istiyorum.

Kımıldamadan. Doğrulmaya çalışmadan.

Sallanmanın yorgunluğuyla,

bir süre sadece durmak istiyorum.

Hayatta bazen sadece “durmak” gerekir.

Çünkü insan yorulur.

Koşmaktan, anlatmaktan, açıklamaktan, beklemekten...

Ve durduğun yerde bile zarar görebileceğini fark ettiğinde,

işte o zaman, sadece durmak bile bir hayatta kalma biçimidir.

Durmak kolay değil.

Çünkü çevre hep toparlanmanı bekler.

Ama bazı yaralar var ki, pansumanla iyileşmez.

Sadece zaman ister.

Ve korunma ister.

Her bahar yeniden incelen o duvarı,

bu bahar bir değişiklik yapıp daha kalın örmek gerekir.

Çünkü bu sefer rüzgâr daha sert.

İnsanlar daha hoyrat.

Ve artık içeriye giren her şey can yakıyor.

Evet, şu anda hayata yükleniyor olabilirim.

Ama insanlar da asla masum değil.

Bazıları gelip geçerken seni fark etmeden kırar.

Bazıları ise gözünün içine baka baka...

Sana zarar verirken bile kendini haklı sanır.

Ve bazıları seni sever gibi yapar,

sadece senin sevgine sahip olmak için.

Bu yüzden duvar örmek gerekir.

Bu bahar daha sıkı, daha kalın...

Kimi insan için bir korunak,

kimi için bir sınırdır bu duvar.

Ve ben artık her bir taşını bilinçle yerleştiriyorum:

Birini sessizce maruz kaldığım hayal kırıklığı için...

Birini görmezden gelinen emeğim için...

Birini içimde büyüttüğüm ama hiç kıymeti bilinmeyen sevgi için...

Ve birini de artık kendime verdiğim söz için koyuyorum.

Ben hâlâ hacıyatmaz mıyım, bilmiyorum.

Belki içimde hâlâ beni doğrultacak bir ağırlık var.

Ama artık sadece doğrulmak yetmiyor.

Kendimi koruyarak doğrulmam gerekiyor.

Ve belki de en sessiz ama en güçlü mücadele,

işte tam da burada başlıyor:

Durduğum yerde, yeniden karar veriyorum.

Kendim için.

Daha sağlam bir duvar,

daha dikkatli bir yolculuk,

ve belki… bir gün, daha gerçek bir iyileşme için.

Kimsenin tam olarak yıkamadığı ama kimsenin de iyileştiremediği bir insan oldum sonunda.

 

 

1.4.25

Öğlen Gölgesi

Bu hayat bana mutlu olmakla güçlü olmak üzerine bir seçim hakkı tanımadı ya da ben bunu göremeyecek kadar da kördüm. 

Savaşmadan elde edebildiğim hiçbir şey olmadı, savaştığım her şeyi de elde edemedim. Şimdi bakıyorum da avuçlarım bomboş. 

Hiçbir zaman maddi hırslarım olmadı. Hani derler ya, kimseye muhtaç olmadan, ihtiyacı olan bir yakınıma yetişebilecek kadar istedim para pulu. Fazlasını dilerken hep bildim, olmazsa da dert değil, mutlu olayım yeter dedim, bunun için ettim bütün dualarımı, olmazlara bile. Üstelik öğrendim artık mutluluğun gerçekten de an'larda olduğunu. 

Oysa hayat benim için daha da yalnız, daha da güçlü, daha da tırnaklarımla kazımam gereken bir senaryo yazmış oynatıyor. Güçlü olmak istemediğimi söylemiyorum, bunca öğrendiğimin yanında elbette tek başıma ayakta dimdik de dururum ama tercih etmiyorum. 

Bir el, bir omuz, başaramazsam yeniden denerken manen destek olacak, orada olduğunu bildiğim bir gölge istedim. Bu hayat bana bir gölgeyi bile çok gördü. 


8.1.25

Duy beni, ey insanoğlu! Zaman zaman size trip attığımı düşünüyorsunuz ama şu gerçeği netleştirelim: Trip denen şeyi ne seviyorum ne de anlıyorum. Türk kızının aslî görevi filan da değildir, inanmayın! Net bir insanım ben. Bazı arkadaşlarım, benim kadar ince düşünceli kimseyi tanımadığını söylese de, şahsen kendimi odun gibi, kereste gibi düz ve net buluyorum.

Ne düşünüyorsam, ne hissediyorsam söylerim. Söyleyemediğim şeyler ise içimde sinir yapar; oturur, üzülürüm. Senin “trip” sandığın anlarda aslında kendimi korumaya alırım. Bir şey diyemiyorsam, bil ki tartışmak, didişmek ya da laf sokmak istemiyorumdur. Sadece uzaklaşıyorumdur. O anlarda da kendi kendime, "Bu kadar sevip, güvenip, değer vermemeliyim kimseye" diye düşünüp kabuğuma bir kat daha ekliyorumdur. Kesin bilgi.

Bir de şu var ki; duymayı kaldıramayacağın şeyleri söylemem. İnan bana vardır böyle şeyler. İyiliğine değilse ya da duyman gerekmiyorsa susarım. Ama bu suskunluğu da triple karıştırma isterim. Trip, hissetmediği gibi davranan şımarıkların sahte ve kötü sahnelenmiş bir oyunudur. Gel gör ki bunların da izleyicisi çok.

Eğer biliyorsan sevildiğini, bil ki karşındaki bu kadın gerçek. İşine gelir ya da gelmez, bilmiyorum ama ne hissediyorsam oyum ben. Riyakarlık ya da sahtekarlık üzerimde durmaz; yaz günü yapılan badana makyajlar gibi kusar, gösterir kendini.

Trip, hayatının normali olmuş ve ne acıdır ki bunu kanıksamış siz sevgili okuyucularım için tekrarlamak isterim. Kimse kimseye benzemek zorunda değil. Aradığınız "klon" ben değilim. Gerektiği yerde doğru bildiğimi söyler; yapamıyorsam da susarım. Kimseyi yolda bırakmam, verdiğim sözün arkasında durur, delikanlılığın da hakkını veririm.

İşine gelmeyen, cesareti olmayan içinse sabrım yok.


İmza: Ben ve beslediğim egom.