Yağmur dinmiyor.
Bir saattir, belki de daha fazla.
Camda biriken her damla, sanki söylenmemiş cümleleri toplayıp aşağıya taşıyor.
Melih susuyor.
Ama o sessizlik öyle tanıdık ki...
Sanki içinde binlerce kelime yanıyor, ama hiçbirine izin vermiyor.
Onu izlemiyorum.
Bakarsam, göz göze geliriz.
Göz göze gelirsek, her şey çözülür.
O kaçmak ister, ben kalmak.
Ve bu ikisinden biri kırılır.
Ellerini fark ediyorum.
Birbirine kenetlemiş, kasılmış.
Tırnakları neredeyse avuçlarını deliyor.
İçinde tuttuğu her şeyin ağırlığı, ellerine vurmuş.
Benimkiler dizimin üstünde, açık.
Teslim olmuş halde.
Birimizin bedeninde savaş, diğerinde kabulleniş.
“Çok güzel bir şeydi,” dedim biraz önce.
Belki yanlış andı.
Belki doğruydu, ama fazlaydı.
Onun bakışında bir kıpırdanma oldu.
Sanki ‘evet ama yeter artık’ der gibiydi.
Yine de söylemem gerekiyordu.
Bazı cümleler, sadece içini boşaltmak için söylenir.
Onun sessizliğinde bir korku var.
Kaçmakla kalmak arasında sıkışmış bir adamın korkusu.
Ne bana kızgın, ne kendine.
Sadece... açılmaya korkuyor.
Çünkü açılırsa, içinde sakladığı şeyleri bir daha toplayamayacak.
Ve biliyorum — o da biliyor —
en büyük vurgunu orada yiyecek.
Bir an “sonsuz” dedim.
Hafif, neredeyse fısıltıyla.
Duydu.
Kaşının kenarındaki o küçük kasılmadan anladım.
Duysa da duymamış gibi yaptı.
Erkeklerin en eski savunması.
Sonra ellerine baktı.
Kendi sessizliğini kucaklar gibi.
Sustu.
Ben de bir şey demedim.
Çünkü anladım:
Onun sessizliği, bir reddediş değil.
Kendini koruma biçimi.
“İnsan bazen yaşadığı şeyi unutmak istemez,” dedim.
Oysa aslında şunu demek istiyordum:
“Ben unutamam, sen unutacaksın.”
Ama yüksek sesle söylemedim.
Bazı şeyler söylenince küçülür.
Bir ara, çok kısa, nefes kadar bir an —
bana baktı.
Gözleri ne pişman ne yumuşak.
Sadece yorgun.
Korkunun yorgunluğu.
Bir adım daha gelse, o zinciri kıracak.
Ama gelmedi.
Kendini tuttu.
Ben de tuttum.
Sonra dışarı baktım.
Yağmur şehri yutuyordu.
Işıklar birbirine karışmış, her şey bulanık.
Ama o bulanıklığın içinde bir netlik vardı:
Bitti.
Bir kelimeyle değil, bir suskunlukla.
Bir itirafla değil, bir kaçışla.
Ve ben o kaçışı affettim.
Çünkü biliyorum —
eğer kalırsa, yanacak.
Ve ben onu yanarken izleyemem.